26 Mayıs 2017 Cuma

Salmon Fishing in the Yemen (2011)


Özellikle ilk yarısı komik, eğlenceli falan da çok zorlama bir hikaye. Proje de zorlama, Herriett'ın Robert ile durumu da zorlama, Fred'in Mary ile durumu da zorlama, şeyhin durumu komple zorlama, pr çalışmasıdır herhalde. İngiliz politikacıları alçak olabilir ama İngiliz balıkçılarının direnişi yanlış bir şeye mani olacak kadar kuvvetlidir, yaşasın demokrasi falan. Senaryonunun matematiği çok güçsüz. Çatışmalar, ayrılıklar temelsiz; kavuşmalar, yakınlaşmalar yetersiz. Alt metin kötü, aşk hikayesi kötü, bilim inanç çatışması kötü. 

Derecelendirme: 4/10

25 Mayıs 2017 Perşembe

Sans toit ni loi (1985)


Herşeye karşı, herşeyi reddeden, sürekli ortalarda dolanıp dilenci gibi takılan ama asla minnettar olmayan, hiçbirşeye inanmayan, hiçbirşeyi sevmeyen, hiçbiryerde kalamayan bomboş bir hanım kızımızın hikayesini anlatıyor film. Otostop, çadır, ot, şarap, uyku, tembellik... Amerikan Beatnik'inin Avrupa versiyonu denebilir buna. Amerikan silahlarının getirildiği tahta sandıkların yaydığı hastalık nedenyle içten çürüyüp devrilen çınarlar metaforu boşa değil. En gıcık olduğum insan tipi için bir farkındalık yaratma çabası bu film. Ama bu insanlara mantar bir kere bulaştıktan sonra onları kurtarmak mümkün değil. 

Bunu Oğuz Atay'ın Tutunmayanlarıyla karıştırıyorlar, daha doğrusu Tutunamayanlar da bunlardan farksız sanıyorlar. Alakası yok, bir kere Tutunamayanlar bunlar gibi deneyimlemedikleri kurgusal doğrularla hareket etmiyorlar, onlar çabalıyorlar, deneyimliyorlar fakat güçleri yetmiyor dünyayı düzeltmeye. Protestten ziyade çaresiz, mağlup bir tavırdır Tutunamayanlarınki. Bunlar maça bile çıkmıyor. 

Tutunamayanlar yine işlerinde güçlerinde hayatlarına devam ederler, öyle alkole, uyuşturucuya teslim olmazlar. Değerleri, idealleri, ahlakları, namusları vardır Tutunamayanların. Üstelik mükemmeliyetçidirler, bunlar gibi yaşadıklarına kayıtsız kalmazlar. Bu dünyada ilkeli, çalışkan, dürüst, ahlaklı, adil hatta inovatif davranmanın sonunda gelmeyen başarıyı, mutluluğu, adaleti lanetlerler. Çünkü bunlar başka türlü davranmaya başlasalar gelecektir, Tutunamayanlar reddederler. İsa olamadık diye üzülüp, Don Kişot'a bağlarlar. 

Bu Beatnikler ne Don Kişot'u bilir, ne İsa'dan anlar. Hiçbir değerleri, idealleri yoktur. "Kafanın içi boş." diyen felsefe masterlı çobana "içine koyacak bir şeyin var mı?" diye cevap verirler. Diyalogun devamı da şöyle:

- Bir çoban mı olayım yani? Tek aykırı insan sen misin?
- Sen aykırı değilsin. Sen varlığını yitirmişsin. Sen yoksun.
- O felsefeni al da... Senin yaşamın da benimki kadar kirli. Sadece daha fazla çalışıyorsun. Ben eğer çalışsaydım, senin gibi yaşamazdım. Sekreter olmaktan nefret ettim. O patronlardan, yollarda başka bir patron bulmak için kaçmadım.
- Çok fazla zırva şey okuyorsun. Sen bir hayalperestsin.

Hanım kızımızın okuduğu zırvalar Beatnik edebiyatı olmalı ama "hippi" dışında açıktan açığa bir gönderme yakalayamadım. Benim iyi bildiğim ve gıcık olduğum bir insan tipini anlattığı için izlemesem de olurdu diyorum. Ama film esasen fena değil.

Derecelendirme: 6/10. 

24 Mayıs 2017 Çarşamba

Truman (2015)


Konusu çok ilgimi çekmesine rağmen sevmedim. Tüm çabama rağmen karakterlerin hiçbirini kendime yakın hissedemedim. Oysa bir süre sonra başıma gelebilecek bir şey gibi gelmişti, Julian'ın başına gelen. Julian ile Tomas'ın çok daha fazla şey paylaşmasını, arkadaşlıklarının tarihçesini anlatmalarını, Paula ile Tomas arasındaki hatta Paula ile Julian arasındaki ilişkiyi derinleştirmesini bekledim ama hiçbiri olmadı. Yani böyle bir filmi daha duygusal işlemesi gerektiğini düşünüyorum yönetmenin. Bilinçli olarak bundan kaçınmış bana kalırsa, ki bu bilincini de sevmedim. Yani Julian'ın yapması gerektiğini düşündüğü şeyleri yaparken bu şekilde Tomas'ın sadece eşlik ediyor oluşunu, bir avukat gibi davranmasını sevmedim. Arkadaşlık bundan daha fazlası olmalı diye düşünüyorum. Bu kadar muhabbetsiz arkadaşlık mı olur yahu!

Bu nedenlerle izlemesem de olurdu diyorum.

Derecelendirme: 6/10

23 Mayıs 2017 Salı

La isla mínima (2014)


Bildik polisiye hikaye matematiğinin arkasına İspanya'nın demokratikleşme sürecini koymuş fena olamyan bir filmdi. Yörenin coğrafi durumunu ve belki de filmin arkasındaki politik arkaplanı anlamamız için büyük resmi gösteren kuş bakışı çekimlere bolca başvurulmuş ama özellikle polisiye sahneler tamamen dedektiflerin yaşadıklarını izleyiciye yaşatmak üzerine tasarlanmış. Bir araba takip sahnesi var filmde, bu bakımdan çok dikkat çekici. Tamamen adamın ruh halini anlıyorsunuz, sahne cafcaflı olmuş, olmamış umurunda bile değil yönetmenin. Bölgeyi yeterince bilmemenin, ne kadar iyi şoför, iyi niyetli insan, demokrasiye inanan biri olursanız olun sizi başarısızlığa nasıl götürdüğünü anlatan bu sahnenin filmdeki alt metin için çok değerli olduğunu düşünüyorum. 


Ben bu sahne ve buna benzer bazı eve giriş sahneleri nedeniyle normalde fena değil diyeceğim filme, iyi diyorum.

Derecelendirme: 8/10.

18 Mayıs 2017 Perşembe

Czlowiek z marmuru (1977)


Polonya'da bir hanım kızımızın 25 yıl öncesinin popüler bir işçi lideriyle ilgili araştırmacı gazetecilik yapması üzerine bir film işte. Heykelini diktiğimiz adamın hikayesini 25 yıl sonra anlatmak için araştırmacı gazetecilik yapmam gerekiyor diyen bir hesaplaşma filmi işte. Stalin'in soktuklarını çıkarmaya çalışıyorlar diyelim amiyane tabirle. Bence senaryosu da, kurgusu da, müzikleri de kızın abuk subuk tavırları da, Dallasvari çekimleri de kötü. Kız niye bu işe kafayı takmış ben anlamadım, Birkut'un kızı çıkacak diye bekledim, çıkmadı. Sonunda ne oldu, onu da anlamadım. Ha anlasaydım, veya daha fantastik bir son bu filmi kurtarır mıydı, hayır kurtarmazdı.

Derecelendirme: 4/10 

16 Mayıs 2017 Salı

Storks (2016)


Çizgi filmlerin temel taşı çok katmanlı hikaye anlatımıdır derler, 4 yaşındaki çocuk da 7 yaşındaki abisi de, 10 yaşındaki ablası da ergen teyzesi de, yetişkin annesi ve babası da izledikleri şeyden zevk almalı. Bu filmde ben bunu oldukça başarılı buldum da, mesela 10 yaşında bir erkek çocuk bunun ne kadarını anlıyor bilemiyorum. 

Şöyle bir karakterler üzerinden özetlemeye çalışırsak; kötü adam, işinde çok başarılı, acımasız ve hırslı bir patron. Bebek isteyen çocuk anne babasının işkolikliğinden bunalıp kardeş istiyor. Tulip şirket karlarını düşürdüğü için kovulması gereken 18 yaşına girmiş bir genç kız.. Junior niye patron olmak istediğini bilmiyor. Güvercin Toady yalaka, ispiyoncu, hırslı bir detektif gibi bir şey. Jasper aşkından sokaklara düşmüş şarapçı gibi bir şey. Sosyal ve dayanışmacı kurt sürüsü diktatoryal bir yönetime sahip. Penguenler, rahibe Theresa'lar gibi. Talep mektubundan bebek üreten dev bir makine/fabrika ve bebekleri ailelerine ulaştıran leylekler. Kapitalist patronu ve onun dev online satış şirketini devirip, dünyayı bebeklerle doldurmak da mutlu geleceğin anahtarı. 

Biraz fazla devrimci, antikapitalist değil mi? Bebek doğumuna dair çok kafa karıştırıcı değil mi? Çalışma ve disiplin yerine oyun ve eğlenceyi fazla kutsamıyor mu? Benim bir yetişkin olarak tepkim, "allahım nasıl eğlenceli, nasıl sevimli, tipler, karakterler, bebek mimikleri harika, çok eğlendim" de bu çocukların zihinleri bundan nasıl etkilenir hiç bilmiyorum. 

Ama ben çok iyi vakit geçirdim, çok eğlendim. Gerisini çoluğu çocuğu olanlar düşünsün :)

Derecelendirme: 9/10.

Bacalaureat (2016)

http://www.imdb.com/title/tt4936450/

Herşey adamın birinin sokağın ortasında çukur kazıp çıkan taşları kenara yığmasıyla başlıyor. Çukuru kazanı hiç görmüyoruz, çukurdan çıkan kum ve taş yığınının arkasında kalıyor, sadece hareketi görüyoruz. Ardından bir evin penceresine taş geliyor ve camı kırıyor. Salak herif çukuru kazarken yanlışlıkla kırdı herhalde derken, bir adam, Romeo elinde diş fırçasıyla beliriyor odanın ortasında. Yerdeki taşı ve kırık pencere camını görünce, hemen dışarı çıkıyor. Dışarısı ilk sahnedeki adamın çukur kazdığı yere çok benziyor, sokaklar evler aynı sanki. Biraz bakınıyor Romeo sağa sola, biraz yürüyor ama çukuru görmüyor evinin dibindeki, trenlerin oraya bile bakıyor ama o çukur yok. Taşın nereden geldiğine ya da kimin attığına dair bir iz yok, Romeo eli boş dönüyor eve ve terdeki camları süpürüyor. 

Bu kısa sahne tüm filmin bir özeti aslında. Romeo'nun burnunun dibinde evinin temellerine doğru çukur kazılıyor, camları kırılıyor ve Romeo'nun tüm çabası bu sorunu teşhis etmeye yetmiyor. Üstelik de Romeo bir doktor, doğru teşhis onun işi yani. Romeo tıpku kendi hayatında yaptığı gibi palyatif tedbirlere başvuruyor, eve panjur taktırmaya karar veriyor. Oysa Romanya'nın/Romeo'nun sorunları, öyle panjurla çözülecek türden değil, bunu karısı Magda anlıyor ve panjur yaptırmaktan vazgeçiyor, ama Romeo cam kırılmasının üstüne arabasının sileceklerinin kaldırıldığını gördüğünde de, yola çıkan köpeği ezdiğinde ya da ezmek üzereyken de, arabasının camı tuzla buz olduğunda da hep aynı şeyi yapıyor: Hasar kontrolü ve hasarın giderilmesi.

Romeo, sorunların kaynağını aramaya yanaşmayıp, sürekli ameliyat, organ nakli (kızını İngiltere'ye okumaya gönderme seçeneği hiç şüphesiz bir ameliyat, bir organ nakli) gibi seçenekleri değerlendirdikçe, hiçbirşeyin istediği gibi olamayacağını bir türlü anlamıyor. Bunun yerine ahbap çavuş demokrasilerinin vazgeçilmez öğesi torpil mekanizmasınının türlü çeşitlerinden faydalanmaya çalışıyor ve öğrenilmiş çaresizliğinden bir türlü kurtulamıyor. Romeo tüm hayatını sevdiği insanlar iyi bir hayat geçirsin diye harcıyor ama kimseye yaranamıyor. Sonunda ameliyatı da yapamıyor zaten; bünye organı, organ da bünyeyi kabul etmiyor. Doku uyuşmazlığı var.

Romanya'da herkes herşeyi mış gibi yapıyor. Öğretmen not verirmiş gibi yapıyor, organ nakli sırası etik kurallara göre belirlenirmiş gibi yapılıyor, polis suçluyu yakalarmış gibi, savcı adaleti sağlıyormuş gibi yapıyor. Romeo, bir ailesi varmış gibi, annesi ile ilgilenirmiş gibi, kızını seviyormuş gibi, metresine aşıkmış gibi yapıyor. 

Romeo tüm ahlaksızlığını akıl oyunlarıyla gerekçelendiriyor ve yaptığı haksızlıklardan kendini aklıyor. Sorsan Romeo'ya, tüm ülke benim kadar dürüst olsa, ülke çağ atlar falan der yani. Hemen ardından da bozuk bu sistem, çürümüş bu toplum diye atarlanacaktır. Bireylerin tek tek bu sistemi değiştirmeleri mümkün değil diyecektir Romeo, gençken buna çok çabaladık ve hiçbirşey değişmedi diye devam edecektir. Savcı olup, üstüne gitsen Romeo'nun ama değirmene sen de su taşıyorsun falan desen, savunmaya geçip, sen de işini zamanında yapmadın, şimdi gücün bana yetiyor diye sana saldırır ve kendini yine aklar. Romeocuğum birinin işini doğru dürüst yapması için ülkedeki herkesin işini doğru dürüst yapması mı lazım desen, kimse bana işimi doğru dürüst yapmadığımı söyleyemez der ve çeker gider.   

Benim için iyi bir çürümüş bu toplum filmi. 

Derecelendirme: 8/10.

15 Mayıs 2017 Pazartesi

La meglio gioventù (2003)

http://www.imdb.com/title/tt0346336/

En baştan söyleyeyim, film 6 saat 6 dakika :)

Matteo ve Nicola aralarında çok az yaş farkı olan Roma'da yaşayan iki kardeştir. Biri edebiyat, diğeri tıp okumaktadır. En yakın arkadaşları Carlo ve Berto ise ekonomi ve felsefe okumaktadır. Okul kapanınca yazın Avrupa'yı arabayla gezmek üzere plan yaparlar. Fakat Matteo, okulda aradığını bulamamıştır, arkadaşının babasının kliniğinde kamu hizmeti olarak psikiyatrik hastaları yürüyüşe çıkarmaya gönüllü olur. Orada Giorgia adında bir hastayla aralarında tuhaf bir bağ oluşur. 

Matteo Giorgia'ya klinikte elektroşok tedavisi uygulandığını öğrenince, kızı oradan kurtarmak için kaçırır. Tam o gün okulun son günüdür ve dört arkadaş Avrupa'yı gezeceklerken, Matteo ile Nicola, kızı babasının yanına götürüp daha sonra Carlo ile Berto'ya katılmaya karar verirler. İşler umduklartı gibi gitmez ve bir şekilde Giorgia polisle kliniğe, Matteo Roma'ya askere ve Nicola da arkadaşlarına katılmak üzere gezmeye gider. 

İki kardeşin yolu, Giorgia nedeniyle garip bir şekilde tam zıt yönlere doğru gitmeye başlar. Nicola mektubunda saçını sakalını hiç kesmeyeceğinden bahsederken, Matteo askerde hergün tıraş olmaktadır. Nicola kızların İtalyan kızları gibi olmadığını anlatırken, Matteo dişi sinek bile görmemektedir. Nicola hippilerle, Matteo askerlerle takılmaktadır. Floransa seli, Matteo'nun asker olarak, Nicola'nın da gönüllü olarak afetzedelere yardım etmek için Floransa'ya gelmeleri ile iki kardeşin yolunu tekrar birleştirir. 

Giorgia iki kardeşin de hayatını geri dönülmez biçimde değiştirmiştir. Tekrar kendi yollarına giderler. Nicola psikiyatrist olmaya karar verirken, Matteo tamamen gölgelenmiştir. Giorgia'ya faydasının dokunmadığını, onu kurtaramadığını gören Matteo kendini sonuna kadar mahkum edip cezalandırmıştır. Ben bir şeye karar vermeyeyim de herşeyi bana emretsinler diye asker olmuştur ama o işin de pek öyle olmadığını arkadaşı Luigi sakat kaldığında anlar.

Matteo, Matteo, Matteo... Hüngür hüngür ağlattın beni Matteo. Çok seviliyor olmana rağmen, sana kimse yardım edemedi. Çünkü kendini karanlığa mahkum etmiştin, cezalıydın. Dünyanın en acıklı şeyi bu, bana göre. Çok sevdiği kardeşine yardım edemedi Nicola, çok sevdiği oğluna yardım edemedi annesi, çok sevdiği abisine yardım edemedi Franceska, çok sevdiği oğluna yardım edemedi babası, çok sevdiği arkadaşına yardım edemedi Carlo, çok sevdiği adama yardım edemedi Mirella. Çünkü Giorgia'ya yardım yardım etmeyi başaramayan Matteo, yardımı, sevgiyi, yaşamayı hakettiğine inanmıyordu. Giorgia bile kendince yardım etmeye çalıştı ama o bile başaramadı. Psikiyatri, felsefe, matematik, müzik, edebiyat, hukuk, sanat, siyaset... Hiçbiri yardım edemedi, hepsinin en başarılı uzmanları vardı Matteo'nun çevresinde. Bu yardım edemiyor olma halini de en iyi Matteo biliyordu. Oysa sanıyorsun ki, düzeltebilirsin, kurtarabilirsin. Ah, kurtuluş draje bir hap değildir diyen Alev Alatlı'yı hatırlıyorum yine. Bak Nicola uzun ve zorlu bir sürecin sonunda Giorgia'ya yardım etmeyi başardı. 

1966'dan 2003'e devrimcilikten kariyere, aşktan aileye, gençlikten yaşlılığa savrulan her biri farklı tercihlere, seçimlere, inançlara, fikirlere sahip derin karakterlerle dolu İtalya meğer ne çok benziyormuş Türkiye'ye. Torino'dan Roma'ya, Floransa'dan Palermo'ya devrimci terörden mafyaya, yolsuzluktan adaletsizliğe, sevgiden öfkeye, kardeşten arkadaşa, babaanneden toruna İtalya'dan adam olmazdan İtalya'yı seviyoruma pek çok duyguyu yaşatabilen muhteşem bir film. Çok uzun da değil bence. :) Bu derinlikteki bir hikayeyi normal televizyon dizisi olarak çekmeye kalksan değil 6 saat, 666 saat anlatabilirsin.

Derecelendirme: 10/10

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Secrets & Lies (1996)

http://www.imdb.com/title/tt0117589/

Tiyatroya benziyor film ve ben normalde böyle filmleri severim ama bunda sırlar ve yalanlar film boyunca vadedilen kadar büyük çıkmadı. Cynthia'nın sesinden de kusmama ramak kaldı. Aile içi sırlar ve yalanlarla acımızı saklayacağımıza neden paylaşmıyoruz ki şeklinde özetlenebilecek bir konusu var filmin. Fena değil diyorum.

Derecelendirme: 7/10.

Noises Off... (1992)


Bu filmden şurada da bahsetmiştim, tiyatrosunu izleyip, çok beğenmiştim. Filminin de olduğunu görünce bir de filmini izleyeyim dedim. 90'lı yılların Superman'ini ve sitcomlarında oynamış oyuncuları görmek de nostaljik bir tat bıraktı bende. Larry Appleton oynuyor yani :)

Zamanlaması, temposu ve bir oyunun provasını, sahne arkasını ve oyunun kendisini arka arkaya gösteren muhteşem kurgusuyla komedinin başyapıtı.

Derecelendirme: 10/10

12 Mayıs 2017 Cuma

Elle (2016)

http://www.imdb.com/title/tt3716530/

Elle, yalan ile gerçeği, fani ile bakiyi öyle güzel belirsizleştirip, farksızlaştıran bir film ki; daha ilk sahneden lan acaba kadın tecavüze uğramıyor da bir seks fantezisi mi yaşıyorlar diye şüpheye düşürüyor sizi. Kedinin bakışları, olay bittikten sonra kadının tavırları fantezidir herhalde diye düşündürtüyor. Bu duygu filmin sonuna kadar sizi hiç birakmıyor çünkü Michelle öyle tuhaf bir kadın. Seks ve şiddet içerikli bilgisayar oyunları yapımcısı olması da yalan ile gerçeğin farksızlaşmasına çok katkı sağlıyor. Bir diyalogda Michelle bilgisayar programcılarına aynen şunu diyor: "Oyuncu bir devi öldürüyorsa, parmaklarında o kanı hissedecek. Ilık ve canlı kan. Mümkünse." 

Michelle'in babasının tüm Fransa'da bilinen bir "karındeşen Jack" olduğunu öğreniyor, jigololara para verip onlarla evlenmeye kalkan annesini izliyorsunuz. Dünya yıkılsa, Michelle yine çocuğunun babası eski sevgilisini takip edip, salak oğlunu yönlendirmeye çalışıp, annesini idare etmeye çalışacak ve tabii ki kendi arzuları dışında bir şeyle ilgilenmeyecek sanki.

Genel kanıya göre insanlar güçlünün zayıfı ezdiği orman kanununu değiştirip Allah'ın nizamını, adaletini (ya da kendini tanrı yerine koyup kendi nizamını diyelim) yeryüzüne indirdiler ya, Michelle'in evinde düzenlediği Noel partisinde orman kanununun en şiddetli, güzide örnekleri verildi gece boyunca. İnsanlar sadece fiziksel şiddeti kaldırıp, yerine sosyal şiddeti koydular bana kalırsa. 

Daha derin bir okumayla, Avrupa'nın tarihine dair bir alt hikaye çıkabilir filmden ayrıca. Michelle'in babası Orta çağ Avrupası, skolastik, vahşi; Michelle rönesans reform sonrası modern Avrupa, rasyonel, zengin, müktedir; Vincent ise son Avrupa; salak, işe yaramaz. Michelle'in son dönem yaşamı da Avrupa Birliği gibi zaten, kimin kimle ne tür bir ilişkisi var anlamak zor :)

İçine girmeyi başardıysanız, sürekli sizi şaşırtan yeni detaylarıyla gözünüzün önünde müthiş bir karakter inşa eden kusursuz bir senaryosu var filmin. Benim ölçülerimde muhteşem bir film.

Derecelendirme: 10/10      

11 Mayıs 2017 Perşembe

Ana Yurdu (2015)

http://www.imdb.com/title/tt4886070/

Nesrin boşanmış, işinden de ayrılmış, rasyonel olmaya çalışan, idealleri olan bir iyiliksever; kendini gerçekleştirmeye çabalayan, bağımsız, yazar olmak isteyen, yalnız yaşayan "bencil" bir kadındır. Daha iyi konsantre olup, yazmakta olduğu kitabını bitirmek için İstanbul'dan annesinin köyüne gider. Fakat köyün yakınlarında arabasıyla küçük bir kaza geçirir. Kendisinde bir şey yoktur, ama arabanın tamir edilmesi gerekmektedir. Terkedilmiş, kimsenin oturmadığı çocukluğunun geçtiği eski evlerine biraz kıyafet, bir döner ofis koltuğu ile gider ve evi yazabileceği huzurlu bir ortam haline getirmeye çabalar. Temizler, oturacağı yere bir masa koyar, laptopunu kül tablasını kalemini defterini koyar, sobayı yakar ve köylü kıyafetlerini giyer. Akrabalarını ve çocukluk arkadaşlarını görür, köyde dolaşır falan filan. Huzurludur, ta ki annesi onu taciz etmeye başlayana kadar. 

Annesi köyde 7 çocukla bir başına kalmış dul bir annenin öğretmen olmayı başarmış çocuklarından biridir. Kocası ve diğer kızıyla Ankara'da yaşamaktadır. Kızının kaza yaptığını duyunca hemen atlar köye gelir ve anne kız arasında çatışmalar başlar. Anne karakteri gerçekten Anadolu'ya özgü bir karışımla çok başarılı oluşturulmuştur. Hem batıl inançlara sahiptir, hem dindar bir hacıdır, hem öğretmendir, hem de hayatını çocuklarına adamış fedakar bir annedir. Rasyonel olan ile hurafenin, bireysellikle "konu komşu ne der" kaygısının çatışması tüm şiddetine rağmen sevgi doludur. İki kadın da birbirleri ve kendileri için daha iyi olanı kendilerinin bildiğine inanmaktadırlar. Araba bozuk olduğu için de kız çatışmadan kaçamamaktadır.

Böyle geçen filmin ilk yarısını çok beğendim. Çok detaylı, ince ince oluşturulmuş karakterlerle kurulmuş iyi bir senaryosu olduğunu düşündüğüm film ikinci yarısında kelimenin tam anlamıyla sapıttı ne yazık ki! Anne, kızının hayatına sızdıkça yayıldı, yayıldıkça sızdı. Nesrin de, annesi de filmi saçma sapan yerlere götürüp orada da bıraktılar. 

Benim için çan eğrisi gibi bir film :) Ortasına kadar gittikçe artan, ortasından sonra da gittikçe azalan bir beğeni düzeyi. İlk yarısındaki temadan devam edip, karakterleri sapıttırmasan, bunun yerine Nesrin'i bu kadar edilgen, sürekli boyun eğen bir karaktermiş gibi sunmayıp, anne kızın çatışmasını yükseltip şiddetli bir kavgaya dönüştürsen, sonra da sevgiyle birbirlerini olduğu gibi kabul etmeye çalışsalardı, benim için çok iyi bir film olabilirdi. 

Peki şimdi ne oldu? İlk yarısı iyi, ikinci yarısı bu ne ya! Sonuç, izlemesem de olurdu.

Derecelendirme: 6/10 

I, Daniel Blake (2016)


Ken Loach'tan bir önceki yazımda bahsetmiş, bu filmden de çok ümitli olmadığımı, ama seyretmezsem önümüzdeki yıllarda sürekli karşıma çıkacağını söylemiştim. 

Daha en başındaki sağlık bakım uzmanıyla diyalogla Daniel Blake de Ken Loach da filmin temasını yeterince ortaya koyuyorlar. Avrupa medeniyeti, adaletin ölçülebilir sayısal değerlerle sağlanabileceğine inanıyor. IQ testinin zekanızı, kişilik testlerinin de kişiliğinizi onlara söyleyebileceğini sanıyor. Bu çok uzun zamandır böyle. Avrupa'yı ekonomik ve ticari açıdan Avrupa yapanın bu olduğu söylenebilir sanıyorum. O nedenle Daniel Blake'in devletten iş görememezliğe bağlı olarak ekonomik yardım alması cevapladığı bir anketin sonuçlarına bağlı ve anketörlüğü doktorun yapması gerekmiyor. Adamların sistemi bu. 

Bir rivayete göre 80li yıllarda Türkiye'den Avrupa'ya ihraç edilen elma suyunu elma suyu olmadığı gerekçesiyle kabul etmemişler. İhracatçı firma nasıl olur o %100 elma suyu demiş. %100 elma suyu olsaydı, değerleri böyle olmazdı demişler. İhracatçı firma elmanın kendisini göndermiş, o elmanın da değerleri elma değerlerine uymamış da adamlar elma suyunu kabul etmişler. Yetersiz bilgileriyle herşeyi tanımlamaya kalkan bir medeniyetten bahsediyoruz. Bilimsel verilere göre yaşamalıyız diyorlar ya, bilimsel veri dedikleri şey de "daha doğrusu bulunana kadar en doğrusu bu" diyor. Bu aralar da sürekli birşeylerin daha doğrusu bulunuyor. :)

Tabi bu tür bir anlayışa göre kurumlarını kurduğunda, bürokrasi de huysuz bir adamı perişan etmeye yetiyor ki, buna ilaveten bir de özelleştirme politikalarıyla insanları pes ettirmeye yönelik bir kasıt olduğu da iddia ediliyor filmde. 

Şimdi bu sosyal devlet denen konsepti derinlemesine analiz edecek halim yok ama hem şehirde yalnız yaşayacaksın, hem kimsenin ağız kokusunu çekmeyeceksin, çoluğun çocuğun olmayacak sana yardım edecek, hem yaşlanıp çalışamaz duruma gelirsem diye kenara para biriktirmeyeceksin, hem değişen dünyaya uyum sağlamak için en ufak bir çabaya girmeyeceksin, hem de devlet bana her tür desteği vermeli, beni insan gibi yaşatmalı çünkü vergimi son kuruşuna kadar zamanında ödedim diyeceksin. Ya da iki farklı babadan iki çocuğun olacak, bekar bir anne olacaksın, eğitim yok, işe yarar para edecek bir becerin yok, annen babandan ayrı yaşayacaksın, onların söylediklerini kulak arkası edip bildiğini yapacaksın, sonra da devlet beni insan gibi yaşatsın diyeceksin.

İşin gerçeği bana öyle geliyor ki, bu sosyal refah devletini hiçbir zaman vatandaşının vergisi finanse etmedi. Bunu emperyalizm ve savaş tazminatları finanse etti, o dönem de kapandı. Avrupa, Hindistan'ı, Çin'i, Amerika'yı, Afrika'yı hatta Osmanlı'yı sömürerek elde ettiği serveti sosyal refah devletine yedirdi ve artık değirmene yeterince su gelmiyor. Değişen dünyaya ayak uyduramayan yok oluyor ve olacak. Yani Ken Loach solcusun, humanistsin falan filan tamam da, senin üstüne ideoloji inşa ettiğin temel emperyalizm. Bu türden bir filmi Somali'de falan çekmeyi hayal et, ne dediğimi anlayacaksın. Onların da insani bakımdan Daniel Blake'den pek farkı yok. Onlar da müşteri, alıcı veya hizmet kullanıcı değiller. Onlar da kaytarıcı, beleşçi, dilenci ya da hırsız değiller. Onların sosyal güvenlik numaraları bile yok ve ekranda yanıp sönen bir iz değiller. Çünkü onlar köleler. 

Film yine de beklediğimden iyi çıktı. Ben daha sert ve daha iç karartıcı bir film bekliyordum. Daniel Blake'in Katie ve çocuklarıyla olan ilişkisi filmi yumuşatıp, seyredilebilir hale getirmiş. Fena değil diyorum.

Derecelendirme: 7/10.

9 Mayıs 2017 Salı

Looking for Eric (2009)


Ben üniversite öğrencisiyken, Ken Loach'un My Name is Joe diye bir filmi vardı. O zaman böyle film bulmak kolay değil, internet çok yavaş ve felaket pahalı, sinemadan takip ediyoruz filmleri. Sinema eleştirmenleri yere göğe koyamıyor filmi. Ankara'da sadece Kızılırmak Sineması'nda oynadı yanılmıyorsam sadece bir hafta. Kaçırmayacağım diye tetikteyim, yakaladım gittim filme. Hayal kırıklığıydı benim için. Sonra Carla's Song da bununmuş meğer, sonradan öğrendim, onu da çok vasat bulmuştum. Dedim Ken Loach'u boşver. 

Yıllar sonra bir arkadaşım A Fond Kiss  dedi, baktım Ken Loach, kalsın dedim, sonra niyeyse izledim. Onda da bana göre bir numara yok. Bu filmlerin üçünden de neredeyse hiçbirşey hatırlamıyorum. Şimdi de I, Daniel Blake furyası başladı. Seyretmeyeyim dedim ama, seyredeceğim galiba :) Seyretmezsem, sürekli önüme gelecek çünkü, biliyorum. Tam ona bakarken bu filmi gördüm. Dedim bunu sevme ihtimalim daha fazla ben önce bunu seyredeyim. Çünkü I, Daniel Blake'i sırf seyretmemiş olmamak için seyredeceğim. Sevmeyeceğimden neredeyse eminim ama yapacak bir şey yok. Çok film izlediğinizde, film seçme şansınız da azalıyor :)

Bu film ise, endüstriyel futbola ve onun üzerinden kapitalizme çakması gibi, işçi sınıfının İngiltere'deki sorunlarını postacı Eric ve diğer postacı arkadaşları üzerinden anlatmak gibi, postacıların dayanışması gibi Ken Loach temalarını içinde barındırmasına rağmen, şaşırtıcı bir şekilde eğlenceli ve sıcak bir film. Bunda Cantona'nın Manchester United taraftarının gönüllerini fethetme nedeni olan benzersiz karakterinin de çok etkisi var ama aslında bu Cantona dengesizliğini, agresifliğini futbolda bırakmmış, dinginleşmiş bilgeleşmiş, emekli Cantona. 

İlk karısı Lily'den bir kızı var Eric'in üniversiteden mezun olmaya çalışan bekar bir anne. Eric 30 sene önce kızının vaftiz töreninde geçirdiği bir panik atak sonucu Lily'i terk etmiş ve kadının bundan haberi olmamış, sanıyor ki bebekten pişman oldu. Kıza Lily bakmış ama Eric de onca zaman Lily ile tek kelime konuşmadan kısmen babalık yapmayı başarmış. Lily için Eric adeta yok, ama ikisi de birbirlerini hala seviyorlar aslında. Eric kızının üniversiteyi bitirmesine yardımcı olmak için torununa bakıyor, Lily ile dönüşümlü olarak. Kızı okulda daha çok çalışabilmek için Eric'ten torununu Lily'e bırakmasını istediğinde, 30 yıl sonra ilk defa Lily'i görünce Eric'in psikolojisi dağılıyor.

Zaten işçi sınıfının emekliliğe yaklaşmış bir üyesi olan postacı Eric depresyonda, kendini değersiz hissediyor. Lily'i terk ettikten sonra Eric iki çocuklu bir kadınla evlenmiş, o hatun da üvey oğlanları Eric'e kitlemiş ve terk etmiş. Eric evinde biri siyah (Jess) biri beyaz (Ryan) iki üvey ergen oğlanla 7 senedir tek başına ilgileniyor. Yorulmuş, bıkmış, bunalımda; bir de Lily'i görmesiyle hayatı kayıyor. Lily ile ilişkileri kapanmamış, evde koca bir sandık. Postacı arkadaşları, Eric'i kendisine getirmek için bir kişisel gelişim kitabında anlatılan bir tekniği deniyorlar. Eric'in hayran olduğu birisi tarafından izlendiğini hayal etmesini istiyorlar ve Eric, Cantona'yı hayal ediyor. İşe yaramdığını düşünüp yine bunalımda olduğu sırada üvey oğlunun marihuanasını yürütüp odasında tüttürürken, dev posterden Cantona yanında beliriyor ve Eric hayali Cantona ile esrarlı muhabbetler yapmaya başlıyor. Bu muhabbetler Eric'in hayatını toplamasını sağlıyor ve ortaya soıcak eğlenceli bir film çıkıyor. 

Darısı I, Daniel Blake'e inşallah :)

Derecelendirme: 8/10. 

Zwartboek (2006)


Nazi filmlerinden bıkmış olabilirsiniz, ben de bıktım ama bu, izlediğim iyi bir kaç Nazi filminden biri. Bir diğeri Die Fälscher (2007) idi. Bunlar savaş filmi değil, Yahudi soykırımını ajite eden filmler de değil. Sürekli kötülüklerin sergilendiği, gözümüze sokulduğu filmler de değil, daha çok kötülüğe karşı mücadele eden insanların bireysel çabalarının filmleri.

Nazi ideolojisinden tiksinen ama Nazileri blok halinde iğrenç göstermeyen, esasen insanların kendilerini kurtarmaya çalıştıkları bir felakete direnişlerinin büyük ölçüde bireysel hikayeleriyle dolu bir film. Die Fälscher çok daha bireysel ama bu da bireysel sayılır. 

Elbette kolektif bir çaba var, örgütlenme çabası da var ama yine de bireysel. Çünkü herkes direnişe sunacağı katkıyı kendisi belirliyor ve bu direnişte beklenmedik bir akış yaratıyor filmde. Bu beklenmedik akışın da yine beklenmedik sonuçları oluyor. Yani bazı beklediğiniz şeyler oluyor ama hiç beklemediğiniz şeyler de oluyor. En azından benim için öyle oldu.

Zekice bir senaryo içerisinde sadece Ronnie'nin durumu biraz muallakta kaldı benim açımdan. Yine de benim için iyi bir film.

Derecelendirme: 8/10

6 Mayıs 2017 Cumartesi

Predestination (2014)


Bu filmi niye watchlistime eklemişim hiç hatırlamıyorum. Büyük hata! Kendi kuyruğunu yiyen yılanmış da, gizli örgütmüş de, zaman makinesiymiş de, hem kız hem erkekmiş de amaaaaan üff! Bir sürü gerizekalı oturmuş, babamız da, kendimiz de, çocuğumuz da ben olsam nasıl bir hikaye olur diye denemiş, benim gibi bir salak da onu izlemiş. Yin-Yangdan, diyalektikten, evrimden zerre anlamamış gerizekalı bir tanrı fantezisi, tavuk mu yumurtadanmış, yurmurta mı tavukdanmış, yok o horozmuş, horoz. 

Gerizekalılar! Allah belanızı versin!

Derecelendirme: 1/10

Paterson (2016)


Hayatı benimkine çok benzeyen bir adamı filme çekecekleri hiç aklıma gelmezdi. O maymun iştahlı sevgilisini ve sürprizlerle dolu (!) köpeği çıkarın Paterson'ın hayatından, ki bunların Paterson için çok da anlamlı, vazgeçilmez şeyler olduğunu sanmıyorum, şiir merakının yerine de biraz müzik, biraz sinema biraz da roman koyun, işe de gitmesin, her sabah aynı vakitte de kalkmasın Paterson, bara da gitmesin, aynı ben :) 

Evet çoğumuzun hayatında hiçbir şey olmuyor ve çoğumuz her gün bir öncekiyle tamamen aynı şeyleri yapıyoruz. Benim için huzur böyle bir şey ve ben hayatımdan memnunum. Çünkü daha iyisine hiç inanmadım. Hırslı, tutkulu, sosyal bir adam değilim. Mücadele sevmem, tembelliğe bayılırım. En büyük derdim, avizenin içindeki ampulün patlaması, ya da klozetin musluğunun bozulması olabilir. Beklentim de yok, tutkum da. Vaktimi en az sıkıntılı ve en eğlenceli şekilde geçirmeye çalışırım ben, hepsi bu. 

Paterson da böyle biri işte. Sorun çıkmasın diye sevgilisinin maymun iştahına boyun eğen, onun kendini çok yetenekli sanan bir yeteneksiz olduğunu hiç çaktırmayan öylesine sakin biri işte. Oysa kötü bir ressam, vasat bir aşçıdır Laura ve allame-i cihan olsan o yaştan sonra müzisyen olamazsın. Ne işteki Hintli Donny gibi sürekli sızlanır, ne bardaki Doc gibi böbürlenir, ne Everett gibi saçma sapan bir aşıktır Paterson. Sevgilisi yarın Paterson'u terk etse, gık diyeceğini sanmam, yine gider o banka oturur akan suya bakar ve yine değersiz şiirlerinden birini daha yazar. 

Bunu bir insan hayatı için acıklı bulanlar olabilir, yolları açık olsun, ben de sürekli bir şeylerin peşinden koşturduğumuz, bir şeyler elde etmek için sürekli çabaladığımız bir hayatı acıklı buluyorum. Ekonomiye giriş dersinde marjinal fayda anlatılırken, garip bir tespit yapılır. Fiyatlar toplam faydayla değil marjinal faydayla doğru orantılıdır derler. İçme suyu bedavadır, çünkü her gün, her an içersin, ama elmas pahalıdır çünkü marjinal faydası yüksektir derler. Bana göre saçmalık ama dünya bu şekilde dönüyorsa, suyumu içerim elmastan uzak dururum :) Hem daha kolay hem daha fonksiyonel.

Film benim için izlemesem de olurdu kategorisinde. Açıkçası bu film benim gibiler için olduğu kadar, hırslı, tutkulu, sürpriz sevenler için de izlemeseler de olur kategorisinde bence. Çünkü benim gibilere zaten bildiğimiz bir şeyi, diğerlerine ise hiç anlamayacakları bir şeyi sunuyor. Jarmusch muhtemelen iki hayatı da yaşamış biri olarak, böyle de bir şey var demek istemiş. Çünkü bu türden bir hayatın filmi bildiğim kadarıyla yok, olamaz da zaten :)

Derecelendirme: 6/10.

5 Mayıs 2017 Cuma

Otac na sluzbenom putu (1985)


Stalin ile Tito'nun arasının bozulması Yugoslavya'nın çocuksu halkında taşları yerinde oynatıp, uyumsuz sonuçlar ortaya koymaya başlamıştır. Askeri yürüyüşün ulusun güç simgesi sayıldığı, rujun bile kaçak satıldığı, tuvalete her girenin gizli işler çevirdiği, milli takımın futbol maçı kazanmasının savaş kazanılmış gibi yankı bulduğu totaliter Yugoslavya'da Marx'ın Das Kapital'i Stalin portresine bakarak yazdığı bir karikatürünü komik bulmamak Meşa'nın hayatını karartmaya yetecektir. Meşa'nın karısını boşayıp kendisi ile evlenmesini isteyen ve bu isteği kabul görmeyince Meşa'nın siyasi polis olan Stalinist kayın biraderi ile yaşamaya başlayan kıskanç Ankica bir de Meşa'nın karikatürü komik bulmadığını sevgilisine yetiştirince Meşa sürgüne gönderilecektir. Tüm bu olaylar Meşa'nın küçük oğlu Malik'in gözünden anlatılıyor filmde.

Komşu kadının da kocası siyasi polis tarafından götürülmüş ve uzun zamandır ortada yoktur. Çocuklar dahil herkesin bildiği bu durumu kadın yine de küçük oğlundan acınası bir biçimde saklamaya çalışmaktadır. Kim kimi idare ediyor belli değildir aslında. Sonunda kadın dayanamaz ve adamın cenazesini kaldırır. Tabutta ceset yoktur.

Malik'in de durumu arkadaşı Yoza'dan farklı olmayacaktır kısa bir süre sonra. Babasının yokluğunda Malik uyurgezer olarak ilk arızasını çıkarır. Malik ve annesi sürgündeki Meşa'yı görmek üzere trenden indiklerinde, tren ortamı sise boğar ama yine de aile birbirine kavuşur. Bu aşağıdaki sahne filmin özeti gibidir esasen.


Sonuç olarak totaliter devleti eleştiren Kusturica'nın tipik Balkan insanlarını izlemek isteyenler için iyi bir film olduğu söylenebilir. Ben çok bayılmadım, ama yine de iyi bir film.

Derecelendirme: 8/10

4 Mayıs 2017 Perşembe

Le dîner de cons (1998)


Tiyatro komedilerinin bir matematiği var. Kim ne zaman sahneye girecek, ne zaman çıkacak, telefon ne zaman çalacak, ne zaman kapatılacak, doğru zamanlamayı tutturduğunuzda, ve karakterler arasında doğru çatışmaları kurduğunuzda, kimsenin abuk subuk mimiklerine, saçma sapan abartılı oyunculuklara, aptal sakarlıklara ihtiyacınız yok. Kendiliğinden kusursuz bir komedi oluveriyor. Üstelik karakterleriniz değil, oyununuz komik oluyor. Bunun kusursuz bir örneğini bu sezon tiyatroda izlemiştim: Oyunun Oyunu. Filmi de varmış ama filmi henüz izlemedim.

Her ne kadar Oyunun Oyunu kadar olmasa da Salaklar Sofrası da bu komedi matematiğinin iyi örneklerinden biri. Oyunun Oyunu kadar kusursuz olmamasının sebebi, Salaklar Sofrası'nın karakterin salaklığına da ihtiyaç duyuyor olması, temposunun daha düşük olması ve Oyunun Oyunu'ndaki şahane kurguya sahip olmaması bence.

Bu matematiği çözmeye başladığınızda ise bu tip komediler sanattan çok bir mühendislik şaheseri izlenimi bırakıyor insanda. Zekayı takdir ediyor, çok eğleniyor ama içeriğini yetersiz buluyorsunuz. Çünkü içerik çağrışımlar yaparak sizi başka yerlere götürmüyor, sadece eğlendiriyor. Ayrıca, tutkulu hobilerden salaklık çıkarmanın çok da manası yok bana kalırsa ki, oyunun yazarı da bence benimle aynı fikirde, ama salak da salak yani.  

Ama yine de siz birine salak demeden önce iki kere düşünün :)

Derecelendirme: 8/10.

1 Mayıs 2017 Pazartesi

Edipo re (1967)


Bunu da Oedipus kompleksine temel olan hikayeyi tam olarak öğrenmek için izledim ama yapım kalitesi korkunç. Hele bir müziği var, o kavalın allah belasını versin, tiksindim resmen. 67-68'de bizimkilerin çektiği filmlerin yapım kalitesi iddia ediyorum bundan iyidir. Oyunculuktan falan anlamam ama bundaki oyunculuklar bana müsamere seviyesinde gibi geldi. 

Sofokles'in ilk olarak M.Ö. 428 yılında sahnelenmiş tragedyası ise gerçekten ilginç. Yani 2500 yıl önce anlatılan hikayeye bakın yahu! Kendini gerçekleştiren bir kehanet hikayesi bakımından da ilginç, kehanetin içeriği bakımından da ilginç. Modern dünyada bunun psikolojide ve secret tarzı quantum literatüründe çok ciddi karşılığı var. 2500 sene önce bunu izleyenler ne düşündü acaba :)

İşte bu modern dünyadaki karşılığını ifade etmek için de bu tragedyayı modern bir hikayenin içine koymuş Passolini de, o kadar iğreti duruyor ki, yapmasa daha iyiymiş dedim ben açıkçası. Özetle, tragedya çok fantastik, ama bu film gerçekten kötü. Daha iyi bir Oedipus versiyonu vardır herhalde, onu izleyin derim ben.

Derecelendirme: 4/10