26 Mayıs 2017 Cuma

Salmon Fishing in the Yemen (2011)


Özellikle ilk yarısı komik, eğlenceli falan da çok zorlama bir hikaye. Proje de zorlama, Herriett'ın Robert ile durumu da zorlama, Fred'in Mary ile durumu da zorlama, şeyhin durumu komple zorlama, pr çalışmasıdır herhalde. İngiliz politikacıları alçak olabilir ama İngiliz balıkçılarının direnişi yanlış bir şeye mani olacak kadar kuvvetlidir, yaşasın demokrasi falan. Senaryonunun matematiği çok güçsüz. Çatışmalar, ayrılıklar temelsiz; kavuşmalar, yakınlaşmalar yetersiz. Alt metin kötü, aşk hikayesi kötü, bilim inanç çatışması kötü. 

Derecelendirme: 4/10

25 Mayıs 2017 Perşembe

Sans toit ni loi (1985)


Herşeye karşı, herşeyi reddeden, sürekli ortalarda dolanıp dilenci gibi takılan ama asla minnettar olmayan, hiçbirşeye inanmayan, hiçbirşeyi sevmeyen, hiçbiryerde kalamayan bomboş bir hanım kızımızın hikayesini anlatıyor film. Otostop, çadır, ot, şarap, uyku, tembellik... Amerikan Beatnik'inin Avrupa versiyonu denebilir buna. Amerikan silahlarının getirildiği tahta sandıkların yaydığı hastalık nedenyle içten çürüyüp devrilen çınarlar metaforu boşa değil. En gıcık olduğum insan tipi için bir farkındalık yaratma çabası bu film. Ama bu insanlara mantar bir kere bulaştıktan sonra onları kurtarmak mümkün değil. 

Bunu Oğuz Atay'ın Tutunmayanlarıyla karıştırıyorlar, daha doğrusu Tutunamayanlar da bunlardan farksız sanıyorlar. Alakası yok, bir kere Tutunamayanlar bunlar gibi deneyimlemedikleri kurgusal doğrularla hareket etmiyorlar, onlar çabalıyorlar, deneyimliyorlar fakat güçleri yetmiyor dünyayı düzeltmeye. Protestten ziyade çaresiz, mağlup bir tavırdır Tutunamayanlarınki. Bunlar maça bile çıkmıyor. 

Tutunamayanlar yine işlerinde güçlerinde hayatlarına devam ederler, öyle alkole, uyuşturucuya teslim olmazlar. Değerleri, idealleri, ahlakları, namusları vardır Tutunamayanların. Üstelik mükemmeliyetçidirler, bunlar gibi yaşadıklarına kayıtsız kalmazlar. Bu dünyada ilkeli, çalışkan, dürüst, ahlaklı, adil hatta inovatif davranmanın sonunda gelmeyen başarıyı, mutluluğu, adaleti lanetlerler. Çünkü bunlar başka türlü davranmaya başlasalar gelecektir, Tutunamayanlar reddederler. İsa olamadık diye üzülüp, Don Kişot'a bağlarlar. 

Bu Beatnikler ne Don Kişot'u bilir, ne İsa'dan anlar. Hiçbir değerleri, idealleri yoktur. "Kafanın içi boş." diyen felsefe masterlı çobana "içine koyacak bir şeyin var mı?" diye cevap verirler. Diyalogun devamı da şöyle:

- Bir çoban mı olayım yani? Tek aykırı insan sen misin?
- Sen aykırı değilsin. Sen varlığını yitirmişsin. Sen yoksun.
- O felsefeni al da... Senin yaşamın da benimki kadar kirli. Sadece daha fazla çalışıyorsun. Ben eğer çalışsaydım, senin gibi yaşamazdım. Sekreter olmaktan nefret ettim. O patronlardan, yollarda başka bir patron bulmak için kaçmadım.
- Çok fazla zırva şey okuyorsun. Sen bir hayalperestsin.

Hanım kızımızın okuduğu zırvalar Beatnik edebiyatı olmalı ama "hippi" dışında açıktan açığa bir gönderme yakalayamadım. Benim iyi bildiğim ve gıcık olduğum bir insan tipini anlattığı için izlemesem de olurdu diyorum. Ama film esasen fena değil.

Derecelendirme: 6/10. 

24 Mayıs 2017 Çarşamba

Truman (2015)


Konusu çok ilgimi çekmesine rağmen sevmedim. Tüm çabama rağmen karakterlerin hiçbirini kendime yakın hissedemedim. Oysa bir süre sonra başıma gelebilecek bir şey gibi gelmişti, Julian'ın başına gelen. Julian ile Tomas'ın çok daha fazla şey paylaşmasını, arkadaşlıklarının tarihçesini anlatmalarını, Paula ile Tomas arasındaki hatta Paula ile Julian arasındaki ilişkiyi derinleştirmesini bekledim ama hiçbiri olmadı. Yani böyle bir filmi daha duygusal işlemesi gerektiğini düşünüyorum yönetmenin. Bilinçli olarak bundan kaçınmış bana kalırsa, ki bu bilincini de sevmedim. Yani Julian'ın yapması gerektiğini düşündüğü şeyleri yaparken bu şekilde Tomas'ın sadece eşlik ediyor oluşunu, bir avukat gibi davranmasını sevmedim. Arkadaşlık bundan daha fazlası olmalı diye düşünüyorum. Bu kadar muhabbetsiz arkadaşlık mı olur yahu!

Bu nedenlerle izlemesem de olurdu diyorum.

Derecelendirme: 6/10

23 Mayıs 2017 Salı

La isla mínima (2014)


Bildik polisiye hikaye matematiğinin arkasına İspanya'nın demokratikleşme sürecini koymuş fena olamyan bir filmdi. Yörenin coğrafi durumunu ve belki de filmin arkasındaki politik arkaplanı anlamamız için büyük resmi gösteren kuş bakışı çekimlere bolca başvurulmuş ama özellikle polisiye sahneler tamamen dedektiflerin yaşadıklarını izleyiciye yaşatmak üzerine tasarlanmış. Bir araba takip sahnesi var filmde, bu bakımdan çok dikkat çekici. Tamamen adamın ruh halini anlıyorsunuz, sahne cafcaflı olmuş, olmamış umurunda bile değil yönetmenin. Bölgeyi yeterince bilmemenin, ne kadar iyi şoför, iyi niyetli insan, demokrasiye inanan biri olursanız olun sizi başarısızlığa nasıl götürdüğünü anlatan bu sahnenin filmdeki alt metin için çok değerli olduğunu düşünüyorum. 


Ben bu sahne ve buna benzer bazı eve giriş sahneleri nedeniyle normalde fena değil diyeceğim filme, iyi diyorum.

Derecelendirme: 8/10.

18 Mayıs 2017 Perşembe

Czlowiek z marmuru (1977)


Polonya'da bir hanım kızımızın 25 yıl öncesinin popüler bir işçi lideriyle ilgili araştırmacı gazetecilik yapması üzerine bir film işte. Heykelini diktiğimiz adamın hikayesini 25 yıl sonra anlatmak için araştırmacı gazetecilik yapmam gerekiyor diyen bir hesaplaşma filmi işte. Stalin'in soktuklarını çıkarmaya çalışıyorlar diyelim amiyane tabirle. Bence senaryosu da, kurgusu da, müzikleri de kızın abuk subuk tavırları da, Dallasvari çekimleri de kötü. Kız niye bu işe kafayı takmış ben anlamadım, Birkut'un kızı çıkacak diye bekledim, çıkmadı. Sonunda ne oldu, onu da anlamadım. Ha anlasaydım, veya daha fantastik bir son bu filmi kurtarır mıydı, hayır kurtarmazdı.

Derecelendirme: 4/10 

16 Mayıs 2017 Salı

Storks (2016)


Çizgi filmlerin temel taşı çok katmanlı hikaye anlatımıdır derler, 4 yaşındaki çocuk da 7 yaşındaki abisi de, 10 yaşındaki ablası da ergen teyzesi de, yetişkin annesi ve babası da izledikleri şeyden zevk almalı. Bu filmde ben bunu oldukça başarılı buldum da, mesela 10 yaşında bir erkek çocuk bunun ne kadarını anlıyor bilemiyorum. 

Şöyle bir karakterler üzerinden özetlemeye çalışırsak; kötü adam, işinde çok başarılı, acımasız ve hırslı bir patron. Bebek isteyen çocuk anne babasının işkolikliğinden bunalıp kardeş istiyor. Tulip şirket karlarını düşürdüğü için kovulması gereken 18 yaşına girmiş bir genç kız.. Junior niye patron olmak istediğini bilmiyor. Güvercin Toady yalaka, ispiyoncu, hırslı bir detektif gibi bir şey. Jasper aşkından sokaklara düşmüş şarapçı gibi bir şey. Sosyal ve dayanışmacı kurt sürüsü diktatoryal bir yönetime sahip. Penguenler, rahibe Theresa'lar gibi. Talep mektubundan bebek üreten dev bir makine/fabrika ve bebekleri ailelerine ulaştıran leylekler. Kapitalist patronu ve onun dev online satış şirketini devirip, dünyayı bebeklerle doldurmak da mutlu geleceğin anahtarı. 

Biraz fazla devrimci, antikapitalist değil mi? Bebek doğumuna dair çok kafa karıştırıcı değil mi? Çalışma ve disiplin yerine oyun ve eğlenceyi fazla kutsamıyor mu? Benim bir yetişkin olarak tepkim, "allahım nasıl eğlenceli, nasıl sevimli, tipler, karakterler, bebek mimikleri harika, çok eğlendim" de bu çocukların zihinleri bundan nasıl etkilenir hiç bilmiyorum. 

Ama ben çok iyi vakit geçirdim, çok eğlendim. Gerisini çoluğu çocuğu olanlar düşünsün :)

Derecelendirme: 9/10.

Bacalaureat (2016)

http://www.imdb.com/title/tt4936450/

Herşey adamın birinin sokağın ortasında çukur kazıp çıkan taşları kenara yığmasıyla başlıyor. Çukuru kazanı hiç görmüyoruz, çukurdan çıkan kum ve taş yığınının arkasında kalıyor, sadece hareketi görüyoruz. Ardından bir evin penceresine taş geliyor ve camı kırıyor. Salak herif çukuru kazarken yanlışlıkla kırdı herhalde derken, bir adam, Romeo elinde diş fırçasıyla beliriyor odanın ortasında. Yerdeki taşı ve kırık pencere camını görünce, hemen dışarı çıkıyor. Dışarısı ilk sahnedeki adamın çukur kazdığı yere çok benziyor, sokaklar evler aynı sanki. Biraz bakınıyor Romeo sağa sola, biraz yürüyor ama çukuru görmüyor evinin dibindeki, trenlerin oraya bile bakıyor ama o çukur yok. Taşın nereden geldiğine ya da kimin attığına dair bir iz yok, Romeo eli boş dönüyor eve ve terdeki camları süpürüyor. 

Bu kısa sahne tüm filmin bir özeti aslında. Romeo'nun burnunun dibinde evinin temellerine doğru çukur kazılıyor, camları kırılıyor ve Romeo'nun tüm çabası bu sorunu teşhis etmeye yetmiyor. Üstelik de Romeo bir doktor, doğru teşhis onun işi yani. Romeo tıpku kendi hayatında yaptığı gibi palyatif tedbirlere başvuruyor, eve panjur taktırmaya karar veriyor. Oysa Romanya'nın/Romeo'nun sorunları, öyle panjurla çözülecek türden değil, bunu karısı Magda anlıyor ve panjur yaptırmaktan vazgeçiyor, ama Romeo cam kırılmasının üstüne arabasının sileceklerinin kaldırıldığını gördüğünde de, yola çıkan köpeği ezdiğinde ya da ezmek üzereyken de, arabasının camı tuzla buz olduğunda da hep aynı şeyi yapıyor: Hasar kontrolü ve hasarın giderilmesi.

Romeo, sorunların kaynağını aramaya yanaşmayıp, sürekli ameliyat, organ nakli (kızını İngiltere'ye okumaya gönderme seçeneği hiç şüphesiz bir ameliyat, bir organ nakli) gibi seçenekleri değerlendirdikçe, hiçbirşeyin istediği gibi olamayacağını bir türlü anlamıyor. Bunun yerine ahbap çavuş demokrasilerinin vazgeçilmez öğesi torpil mekanizmasınının türlü çeşitlerinden faydalanmaya çalışıyor ve öğrenilmiş çaresizliğinden bir türlü kurtulamıyor. Romeo tüm hayatını sevdiği insanlar iyi bir hayat geçirsin diye harcıyor ama kimseye yaranamıyor. Sonunda ameliyatı da yapamıyor zaten; bünye organı, organ da bünyeyi kabul etmiyor. Doku uyuşmazlığı var.

Romanya'da herkes herşeyi mış gibi yapıyor. Öğretmen not verirmiş gibi yapıyor, organ nakli sırası etik kurallara göre belirlenirmiş gibi yapılıyor, polis suçluyu yakalarmış gibi, savcı adaleti sağlıyormuş gibi yapıyor. Romeo, bir ailesi varmış gibi, annesi ile ilgilenirmiş gibi, kızını seviyormuş gibi, metresine aşıkmış gibi yapıyor. 

Romeo tüm ahlaksızlığını akıl oyunlarıyla gerekçelendiriyor ve yaptığı haksızlıklardan kendini aklıyor. Sorsan Romeo'ya, tüm ülke benim kadar dürüst olsa, ülke çağ atlar falan der yani. Hemen ardından da bozuk bu sistem, çürümüş bu toplum diye atarlanacaktır. Bireylerin tek tek bu sistemi değiştirmeleri mümkün değil diyecektir Romeo, gençken buna çok çabaladık ve hiçbirşey değişmedi diye devam edecektir. Savcı olup, üstüne gitsen Romeo'nun ama değirmene sen de su taşıyorsun falan desen, savunmaya geçip, sen de işini zamanında yapmadın, şimdi gücün bana yetiyor diye sana saldırır ve kendini yine aklar. Romeocuğum birinin işini doğru dürüst yapması için ülkedeki herkesin işini doğru dürüst yapması mı lazım desen, kimse bana işimi doğru dürüst yapmadığımı söyleyemez der ve çeker gider.   

Benim için iyi bir çürümüş bu toplum filmi. 

Derecelendirme: 8/10.

15 Mayıs 2017 Pazartesi

La meglio gioventù (2003)

http://www.imdb.com/title/tt0346336/

En baştan söyleyeyim, film 6 saat 6 dakika :)

Matteo ve Nicola aralarında çok az yaş farkı olan Roma'da yaşayan iki kardeştir. Biri edebiyat, diğeri tıp okumaktadır. En yakın arkadaşları Carlo ve Berto ise ekonomi ve felsefe okumaktadır. Okul kapanınca yazın Avrupa'yı arabayla gezmek üzere plan yaparlar. Fakat Matteo, okulda aradığını bulamamıştır, arkadaşının babasının kliniğinde kamu hizmeti olarak psikiyatrik hastaları yürüyüşe çıkarmaya gönüllü olur. Orada Giorgia adında bir hastayla aralarında tuhaf bir bağ oluşur. 

Matteo Giorgia'ya klinikte elektroşok tedavisi uygulandığını öğrenince, kızı oradan kurtarmak için kaçırır. Tam o gün okulun son günüdür ve dört arkadaş Avrupa'yı gezeceklerken, Matteo ile Nicola, kızı babasının yanına götürüp daha sonra Carlo ile Berto'ya katılmaya karar verirler. İşler umduklartı gibi gitmez ve bir şekilde Giorgia polisle kliniğe, Matteo Roma'ya askere ve Nicola da arkadaşlarına katılmak üzere gezmeye gider. 

İki kardeşin yolu, Giorgia nedeniyle garip bir şekilde tam zıt yönlere doğru gitmeye başlar. Nicola mektubunda saçını sakalını hiç kesmeyeceğinden bahsederken, Matteo askerde hergün tıraş olmaktadır. Nicola kızların İtalyan kızları gibi olmadığını anlatırken, Matteo dişi sinek bile görmemektedir. Nicola hippilerle, Matteo askerlerle takılmaktadır. Floransa seli, Matteo'nun asker olarak, Nicola'nın da gönüllü olarak afetzedelere yardım etmek için Floransa'ya gelmeleri ile iki kardeşin yolunu tekrar birleştirir. 

Giorgia iki kardeşin de hayatını geri dönülmez biçimde değiştirmiştir. Tekrar kendi yollarına giderler. Nicola psikiyatrist olmaya karar verirken, Matteo tamamen gölgelenmiştir. Giorgia'ya faydasının dokunmadığını, onu kurtaramadığını gören Matteo kendini sonuna kadar mahkum edip cezalandırmıştır. Ben bir şeye karar vermeyeyim de herşeyi bana emretsinler diye asker olmuştur ama o işin de pek öyle olmadığını arkadaşı Luigi sakat kaldığında anlar.

Matteo, Matteo, Matteo... Hüngür hüngür ağlattın beni Matteo. Çok seviliyor olmana rağmen, sana kimse yardım edemedi. Çünkü kendini karanlığa mahkum etmiştin, cezalıydın. Dünyanın en acıklı şeyi bu, bana göre. Çok sevdiği kardeşine yardım edemedi Nicola, çok sevdiği oğluna yardım edemedi annesi, çok sevdiği abisine yardım edemedi Franceska, çok sevdiği oğluna yardım edemedi babası, çok sevdiği arkadaşına yardım edemedi Carlo, çok sevdiği adama yardım edemedi Mirella. Çünkü Giorgia'ya yardım yardım etmeyi başaramayan Matteo, yardımı, sevgiyi, yaşamayı hakettiğine inanmıyordu. Giorgia bile kendince yardım etmeye çalıştı ama o bile başaramadı. Psikiyatri, felsefe, matematik, müzik, edebiyat, hukuk, sanat, siyaset... Hiçbiri yardım edemedi, hepsinin en başarılı uzmanları vardı Matteo'nun çevresinde. Bu yardım edemiyor olma halini de en iyi Matteo biliyordu. Oysa sanıyorsun ki, düzeltebilirsin, kurtarabilirsin. Ah, kurtuluş draje bir hap değildir diyen Alev Alatlı'yı hatırlıyorum yine. Bak Nicola uzun ve zorlu bir sürecin sonunda Giorgia'ya yardım etmeyi başardı. 

1966'dan 2003'e devrimcilikten kariyere, aşktan aileye, gençlikten yaşlılığa savrulan her biri farklı tercihlere, seçimlere, inançlara, fikirlere sahip derin karakterlerle dolu İtalya meğer ne çok benziyormuş Türkiye'ye. Torino'dan Roma'ya, Floransa'dan Palermo'ya devrimci terörden mafyaya, yolsuzluktan adaletsizliğe, sevgiden öfkeye, kardeşten arkadaşa, babaanneden toruna İtalya'dan adam olmazdan İtalya'yı seviyoruma pek çok duyguyu yaşatabilen muhteşem bir film. Çok uzun da değil bence. :) Bu derinlikteki bir hikayeyi normal televizyon dizisi olarak çekmeye kalksan değil 6 saat, 666 saat anlatabilirsin.

Derecelendirme: 10/10

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Secrets & Lies (1996)

http://www.imdb.com/title/tt0117589/

Tiyatroya benziyor film ve ben normalde böyle filmleri severim ama bunda sırlar ve yalanlar film boyunca vadedilen kadar büyük çıkmadı. Cynthia'nın sesinden de kusmama ramak kaldı. Aile içi sırlar ve yalanlarla acımızı saklayacağımıza neden paylaşmıyoruz ki şeklinde özetlenebilecek bir konusu var filmin. Fena değil diyorum.

Derecelendirme: 7/10.

Noises Off... (1992)


Bu filmden şurada da bahsetmiştim, tiyatrosunu izleyip, çok beğenmiştim. Filminin de olduğunu görünce bir de filmini izleyeyim dedim. 90'lı yılların Superman'ini ve sitcomlarında oynamış oyuncuları görmek de nostaljik bir tat bıraktı bende. Larry Appleton oynuyor yani :)

Zamanlaması, temposu ve bir oyunun provasını, sahne arkasını ve oyunun kendisini arka arkaya gösteren muhteşem kurgusuyla komedinin başyapıtı.

Derecelendirme: 10/10

12 Mayıs 2017 Cuma

Elle (2016)

http://www.imdb.com/title/tt3716530/

Elle, yalan ile gerçeği, fani ile bakiyi öyle güzel belirsizleştirip, farksızlaştıran bir film ki; daha ilk sahneden lan acaba kadın tecavüze uğramıyor da bir seks fantezisi mi yaşıyorlar diye şüpheye düşürüyor sizi. Kedinin bakışları, olay bittikten sonra kadının tavırları fantezidir herhalde diye düşündürtüyor. Bu duygu filmin sonuna kadar sizi hiç birakmıyor çünkü Michelle öyle tuhaf bir kadın. Seks ve şiddet içerikli bilgisayar oyunları yapımcısı olması da yalan ile gerçeğin farksızlaşmasına çok katkı sağlıyor. Bir diyalogda Michelle bilgisayar programcılarına aynen şunu diyor: "Oyuncu bir devi öldürüyorsa, parmaklarında o kanı hissedecek. Ilık ve canlı kan. Mümkünse." 

Michelle'in babasının tüm Fransa'da bilinen bir "karındeşen Jack" olduğunu öğreniyor, jigololara para verip onlarla evlenmeye kalkan annesini izliyorsunuz. Dünya yıkılsa, Michelle yine çocuğunun babası eski sevgilisini takip edip, salak oğlunu yönlendirmeye çalışıp, annesini idare etmeye çalışacak ve tabii ki kendi arzuları dışında bir şeyle ilgilenmeyecek sanki.

Genel kanıya göre insanlar güçlünün zayıfı ezdiği orman kanununu değiştirip Allah'ın nizamını, adaletini (ya da kendini tanrı yerine koyup kendi nizamını diyelim) yeryüzüne indirdiler ya, Michelle'in evinde düzenlediği Noel partisinde orman kanununun en şiddetli, güzide örnekleri verildi gece boyunca. İnsanlar sadece fiziksel şiddeti kaldırıp, yerine sosyal şiddeti koydular bana kalırsa. 

Daha derin bir okumayla, Avrupa'nın tarihine dair bir alt hikaye çıkabilir filmden ayrıca. Michelle'in babası Orta çağ Avrupası, skolastik, vahşi; Michelle rönesans reform sonrası modern Avrupa, rasyonel, zengin, müktedir; Vincent ise son Avrupa; salak, işe yaramaz. Michelle'in son dönem yaşamı da Avrupa Birliği gibi zaten, kimin kimle ne tür bir ilişkisi var anlamak zor :)

İçine girmeyi başardıysanız, sürekli sizi şaşırtan yeni detaylarıyla gözünüzün önünde müthiş bir karakter inşa eden kusursuz bir senaryosu var filmin. Benim ölçülerimde muhteşem bir film.

Derecelendirme: 10/10      

11 Mayıs 2017 Perşembe

Ana Yurdu (2015)

http://www.imdb.com/title/tt4886070/

Nesrin boşanmış, işinden de ayrılmış, rasyonel olmaya çalışan, idealleri olan bir iyiliksever; kendini gerçekleştirmeye çabalayan, bağımsız, yazar olmak isteyen, yalnız yaşayan "bencil" bir kadındır. Daha iyi konsantre olup, yazmakta olduğu kitabını bitirmek için İstanbul'dan annesinin köyüne gider. Fakat köyün yakınlarında arabasıyla küçük bir kaza geçirir. Kendisinde bir şey yoktur, ama arabanın tamir edilmesi gerekmektedir. Terkedilmiş, kimsenin oturmadığı çocukluğunun geçtiği eski evlerine biraz kıyafet, bir döner ofis koltuğu ile gider ve evi yazabileceği huzurlu bir ortam haline getirmeye çabalar. Temizler, oturacağı yere bir masa koyar, laptopunu kül tablasını kalemini defterini koyar, sobayı yakar ve köylü kıyafetlerini giyer. Akrabalarını ve çocukluk arkadaşlarını görür, köyde dolaşır falan filan. Huzurludur, ta ki annesi onu taciz etmeye başlayana kadar. 

Annesi köyde 7 çocukla bir başına kalmış dul bir annenin öğretmen olmayı başarmış çocuklarından biridir. Kocası ve diğer kızıyla Ankara'da yaşamaktadır. Kızının kaza yaptığını duyunca hemen atlar köye gelir ve anne kız arasında çatışmalar başlar. Anne karakteri gerçekten Anadolu'ya özgü bir karışımla çok başarılı oluşturulmuştur. Hem batıl inançlara sahiptir, hem dindar bir hacıdır, hem öğretmendir, hem de hayatını çocuklarına adamış fedakar bir annedir. Rasyonel olan ile hurafenin, bireysellikle "konu komşu ne der" kaygısının çatışması tüm şiddetine rağmen sevgi doludur. İki kadın da birbirleri ve kendileri için daha iyi olanı kendilerinin bildiğine inanmaktadırlar. Araba bozuk olduğu için de kız çatışmadan kaçamamaktadır.

Böyle geçen filmin ilk yarısını çok beğendim. Çok detaylı, ince ince oluşturulmuş karakterlerle kurulmuş iyi bir senaryosu olduğunu düşündüğüm film ikinci yarısında kelimenin tam anlamıyla sapıttı ne yazık ki! Anne, kızının hayatına sızdıkça yayıldı, yayıldıkça sızdı. Nesrin de, annesi de filmi saçma sapan yerlere götürüp orada da bıraktılar. 

Benim için çan eğrisi gibi bir film :) Ortasına kadar gittikçe artan, ortasından sonra da gittikçe azalan bir beğeni düzeyi. İlk yarısındaki temadan devam edip, karakterleri sapıttırmasan, bunun yerine Nesrin'i bu kadar edilgen, sürekli boyun eğen bir karaktermiş gibi sunmayıp, anne kızın çatışmasını yükseltip şiddetli bir kavgaya dönüştürsen, sonra da sevgiyle birbirlerini olduğu gibi kabul etmeye çalışsalardı, benim için çok iyi bir film olabilirdi. 

Peki şimdi ne oldu? İlk yarısı iyi, ikinci yarısı bu ne ya! Sonuç, izlemesem de olurdu.

Derecelendirme: 6/10 

I, Daniel Blake (2016)


Ken Loach'tan bir önceki yazımda bahsetmiş, bu filmden de çok ümitli olmadığımı, ama seyretmezsem önümüzdeki yıllarda sürekli karşıma çıkacağını söylemiştim. 

Daha en başındaki sağlık bakım uzmanıyla diyalogla Daniel Blake de Ken Loach da filmin temasını yeterince ortaya koyuyorlar. Avrupa medeniyeti, adaletin ölçülebilir sayısal değerlerle sağlanabileceğine inanıyor. IQ testinin zekanızı, kişilik testlerinin de kişiliğinizi onlara söyleyebileceğini sanıyor. Bu çok uzun zamandır böyle. Avrupa'yı ekonomik ve ticari açıdan Avrupa yapanın bu olduğu söylenebilir sanıyorum. O nedenle Daniel Blake'in devletten iş görememezliğe bağlı olarak ekonomik yardım alması cevapladığı bir anketin sonuçlarına bağlı ve anketörlüğü doktorun yapması gerekmiyor. Adamların sistemi bu. 

Bir rivayete göre 80li yıllarda Türkiye'den Avrupa'ya ihraç edilen elma suyunu elma suyu olmadığı gerekçesiyle kabul etmemişler. İhracatçı firma nasıl olur o %100 elma suyu demiş. %100 elma suyu olsaydı, değerleri böyle olmazdı demişler. İhracatçı firma elmanın kendisini göndermiş, o elmanın da değerleri elma değerlerine uymamış da adamlar elma suyunu kabul etmişler. Yetersiz bilgileriyle herşeyi tanımlamaya kalkan bir medeniyetten bahsediyoruz. Bilimsel verilere göre yaşamalıyız diyorlar ya, bilimsel veri dedikleri şey de "daha doğrusu bulunana kadar en doğrusu bu" diyor. Bu aralar da sürekli birşeylerin daha doğrusu bulunuyor. :)

Tabi bu tür bir anlayışa göre kurumlarını kurduğunda, bürokrasi de huysuz bir adamı perişan etmeye yetiyor ki, buna ilaveten bir de özelleştirme politikalarıyla insanları pes ettirmeye yönelik bir kasıt olduğu da iddia ediliyor filmde. 

Şimdi bu sosyal devlet denen konsepti derinlemesine analiz edecek halim yok ama hem şehirde yalnız yaşayacaksın, hem kimsenin ağız kokusunu çekmeyeceksin, çoluğun çocuğun olmayacak sana yardım edecek, hem yaşlanıp çalışamaz duruma gelirsem diye kenara para biriktirmeyeceksin, hem değişen dünyaya uyum sağlamak için en ufak bir çabaya girmeyeceksin, hem de devlet bana her tür desteği vermeli, beni insan gibi yaşatmalı çünkü vergimi son kuruşuna kadar zamanında ödedim diyeceksin. Ya da iki farklı babadan iki çocuğun olacak, bekar bir anne olacaksın, eğitim yok, işe yarar para edecek bir becerin yok, annen babandan ayrı yaşayacaksın, onların söylediklerini kulak arkası edip bildiğini yapacaksın, sonra da devlet beni insan gibi yaşatsın diyeceksin.

İşin gerçeği bana öyle geliyor ki, bu sosyal refah devletini hiçbir zaman vatandaşının vergisi finanse etmedi. Bunu emperyalizm ve savaş tazminatları finanse etti, o dönem de kapandı. Avrupa, Hindistan'ı, Çin'i, Amerika'yı, Afrika'yı hatta Osmanlı'yı sömürerek elde ettiği serveti sosyal refah devletine yedirdi ve artık değirmene yeterince su gelmiyor. Değişen dünyaya ayak uyduramayan yok oluyor ve olacak. Yani Ken Loach solcusun, humanistsin falan filan tamam da, senin üstüne ideoloji inşa ettiğin temel emperyalizm. Bu türden bir filmi Somali'de falan çekmeyi hayal et, ne dediğimi anlayacaksın. Onların da insani bakımdan Daniel Blake'den pek farkı yok. Onlar da müşteri, alıcı veya hizmet kullanıcı değiller. Onlar da kaytarıcı, beleşçi, dilenci ya da hırsız değiller. Onların sosyal güvenlik numaraları bile yok ve ekranda yanıp sönen bir iz değiller. Çünkü onlar köleler. 

Film yine de beklediğimden iyi çıktı. Ben daha sert ve daha iç karartıcı bir film bekliyordum. Daniel Blake'in Katie ve çocuklarıyla olan ilişkisi filmi yumuşatıp, seyredilebilir hale getirmiş. Fena değil diyorum.

Derecelendirme: 7/10.

9 Mayıs 2017 Salı

Looking for Eric (2009)


Ben üniversite öğrencisiyken, Ken Loach'un My Name is Joe diye bir filmi vardı. O zaman böyle film bulmak kolay değil, internet çok yavaş ve felaket pahalı, sinemadan takip ediyoruz filmleri. Sinema eleştirmenleri yere göğe koyamıyor filmi. Ankara'da sadece Kızılırmak Sineması'nda oynadı yanılmıyorsam sadece bir hafta. Kaçırmayacağım diye tetikteyim, yakaladım gittim filme. Hayal kırıklığıydı benim için. Sonra Carla's Song da bununmuş meğer, sonradan öğrendim, onu da çok vasat bulmuştum. Dedim Ken Loach'u boşver. 

Yıllar sonra bir arkadaşım A Fond Kiss  dedi, baktım Ken Loach, kalsın dedim, sonra niyeyse izledim. Onda da bana göre bir numara yok. Bu filmlerin üçünden de neredeyse hiçbirşey hatırlamıyorum. Şimdi de I, Daniel Blake furyası başladı. Seyretmeyeyim dedim ama, seyredeceğim galiba :) Seyretmezsem, sürekli önüme gelecek çünkü, biliyorum. Tam ona bakarken bu filmi gördüm. Dedim bunu sevme ihtimalim daha fazla ben önce bunu seyredeyim. Çünkü I, Daniel Blake'i sırf seyretmemiş olmamak için seyredeceğim. Sevmeyeceğimden neredeyse eminim ama yapacak bir şey yok. Çok film izlediğinizde, film seçme şansınız da azalıyor :)

Bu film ise, endüstriyel futbola ve onun üzerinden kapitalizme çakması gibi, işçi sınıfının İngiltere'deki sorunlarını postacı Eric ve diğer postacı arkadaşları üzerinden anlatmak gibi, postacıların dayanışması gibi Ken Loach temalarını içinde barındırmasına rağmen, şaşırtıcı bir şekilde eğlenceli ve sıcak bir film. Bunda Cantona'nın Manchester United taraftarının gönüllerini fethetme nedeni olan benzersiz karakterinin de çok etkisi var ama aslında bu Cantona dengesizliğini, agresifliğini futbolda bırakmmış, dinginleşmiş bilgeleşmiş, emekli Cantona. 

İlk karısı Lily'den bir kızı var Eric'in üniversiteden mezun olmaya çalışan bekar bir anne. Eric 30 sene önce kızının vaftiz töreninde geçirdiği bir panik atak sonucu Lily'i terk etmiş ve kadının bundan haberi olmamış, sanıyor ki bebekten pişman oldu. Kıza Lily bakmış ama Eric de onca zaman Lily ile tek kelime konuşmadan kısmen babalık yapmayı başarmış. Lily için Eric adeta yok, ama ikisi de birbirlerini hala seviyorlar aslında. Eric kızının üniversiteyi bitirmesine yardımcı olmak için torununa bakıyor, Lily ile dönüşümlü olarak. Kızı okulda daha çok çalışabilmek için Eric'ten torununu Lily'e bırakmasını istediğinde, 30 yıl sonra ilk defa Lily'i görünce Eric'in psikolojisi dağılıyor.

Zaten işçi sınıfının emekliliğe yaklaşmış bir üyesi olan postacı Eric depresyonda, kendini değersiz hissediyor. Lily'i terk ettikten sonra Eric iki çocuklu bir kadınla evlenmiş, o hatun da üvey oğlanları Eric'e kitlemiş ve terk etmiş. Eric evinde biri siyah (Jess) biri beyaz (Ryan) iki üvey ergen oğlanla 7 senedir tek başına ilgileniyor. Yorulmuş, bıkmış, bunalımda; bir de Lily'i görmesiyle hayatı kayıyor. Lily ile ilişkileri kapanmamış, evde koca bir sandık. Postacı arkadaşları, Eric'i kendisine getirmek için bir kişisel gelişim kitabında anlatılan bir tekniği deniyorlar. Eric'in hayran olduğu birisi tarafından izlendiğini hayal etmesini istiyorlar ve Eric, Cantona'yı hayal ediyor. İşe yaramdığını düşünüp yine bunalımda olduğu sırada üvey oğlunun marihuanasını yürütüp odasında tüttürürken, dev posterden Cantona yanında beliriyor ve Eric hayali Cantona ile esrarlı muhabbetler yapmaya başlıyor. Bu muhabbetler Eric'in hayatını toplamasını sağlıyor ve ortaya soıcak eğlenceli bir film çıkıyor. 

Darısı I, Daniel Blake'e inşallah :)

Derecelendirme: 8/10. 

Zwartboek (2006)


Nazi filmlerinden bıkmış olabilirsiniz, ben de bıktım ama bu, izlediğim iyi bir kaç Nazi filminden biri. Bir diğeri Die Fälscher (2007) idi. Bunlar savaş filmi değil, Yahudi soykırımını ajite eden filmler de değil. Sürekli kötülüklerin sergilendiği, gözümüze sokulduğu filmler de değil, daha çok kötülüğe karşı mücadele eden insanların bireysel çabalarının filmleri.

Nazi ideolojisinden tiksinen ama Nazileri blok halinde iğrenç göstermeyen, esasen insanların kendilerini kurtarmaya çalıştıkları bir felakete direnişlerinin büyük ölçüde bireysel hikayeleriyle dolu bir film. Die Fälscher çok daha bireysel ama bu da bireysel sayılır. 

Elbette kolektif bir çaba var, örgütlenme çabası da var ama yine de bireysel. Çünkü herkes direnişe sunacağı katkıyı kendisi belirliyor ve bu direnişte beklenmedik bir akış yaratıyor filmde. Bu beklenmedik akışın da yine beklenmedik sonuçları oluyor. Yani bazı beklediğiniz şeyler oluyor ama hiç beklemediğiniz şeyler de oluyor. En azından benim için öyle oldu.

Zekice bir senaryo içerisinde sadece Ronnie'nin durumu biraz muallakta kaldı benim açımdan. Yine de benim için iyi bir film.

Derecelendirme: 8/10

6 Mayıs 2017 Cumartesi

Predestination (2014)


Bu filmi niye watchlistime eklemişim hiç hatırlamıyorum. Büyük hata! Kendi kuyruğunu yiyen yılanmış da, gizli örgütmüş de, zaman makinesiymiş de, hem kız hem erkekmiş de amaaaaan üff! Bir sürü gerizekalı oturmuş, babamız da, kendimiz de, çocuğumuz da ben olsam nasıl bir hikaye olur diye denemiş, benim gibi bir salak da onu izlemiş. Yin-Yangdan, diyalektikten, evrimden zerre anlamamış gerizekalı bir tanrı fantezisi, tavuk mu yumurtadanmış, yurmurta mı tavukdanmış, yok o horozmuş, horoz. 

Gerizekalılar! Allah belanızı versin!

Derecelendirme: 1/10

Paterson (2016)


Hayatı benimkine çok benzeyen bir adamı filme çekecekleri hiç aklıma gelmezdi. O maymun iştahlı sevgilisini ve sürprizlerle dolu (!) köpeği çıkarın Paterson'ın hayatından, ki bunların Paterson için çok da anlamlı, vazgeçilmez şeyler olduğunu sanmıyorum, şiir merakının yerine de biraz müzik, biraz sinema biraz da roman koyun, işe de gitmesin, her sabah aynı vakitte de kalkmasın Paterson, bara da gitmesin, aynı ben :) 

Evet çoğumuzun hayatında hiçbir şey olmuyor ve çoğumuz her gün bir öncekiyle tamamen aynı şeyleri yapıyoruz. Benim için huzur böyle bir şey ve ben hayatımdan memnunum. Çünkü daha iyisine hiç inanmadım. Hırslı, tutkulu, sosyal bir adam değilim. Mücadele sevmem, tembelliğe bayılırım. En büyük derdim, avizenin içindeki ampulün patlaması, ya da klozetin musluğunun bozulması olabilir. Beklentim de yok, tutkum da. Vaktimi en az sıkıntılı ve en eğlenceli şekilde geçirmeye çalışırım ben, hepsi bu. 

Paterson da böyle biri işte. Sorun çıkmasın diye sevgilisinin maymun iştahına boyun eğen, onun kendini çok yetenekli sanan bir yeteneksiz olduğunu hiç çaktırmayan öylesine sakin biri işte. Oysa kötü bir ressam, vasat bir aşçıdır Laura ve allame-i cihan olsan o yaştan sonra müzisyen olamazsın. Ne işteki Hintli Donny gibi sürekli sızlanır, ne bardaki Doc gibi böbürlenir, ne Everett gibi saçma sapan bir aşıktır Paterson. Sevgilisi yarın Paterson'u terk etse, gık diyeceğini sanmam, yine gider o banka oturur akan suya bakar ve yine değersiz şiirlerinden birini daha yazar. 

Bunu bir insan hayatı için acıklı bulanlar olabilir, yolları açık olsun, ben de sürekli bir şeylerin peşinden koşturduğumuz, bir şeyler elde etmek için sürekli çabaladığımız bir hayatı acıklı buluyorum. Ekonomiye giriş dersinde marjinal fayda anlatılırken, garip bir tespit yapılır. Fiyatlar toplam faydayla değil marjinal faydayla doğru orantılıdır derler. İçme suyu bedavadır, çünkü her gün, her an içersin, ama elmas pahalıdır çünkü marjinal faydası yüksektir derler. Bana göre saçmalık ama dünya bu şekilde dönüyorsa, suyumu içerim elmastan uzak dururum :) Hem daha kolay hem daha fonksiyonel.

Film benim için izlemesem de olurdu kategorisinde. Açıkçası bu film benim gibiler için olduğu kadar, hırslı, tutkulu, sürpriz sevenler için de izlemeseler de olur kategorisinde bence. Çünkü benim gibilere zaten bildiğimiz bir şeyi, diğerlerine ise hiç anlamayacakları bir şeyi sunuyor. Jarmusch muhtemelen iki hayatı da yaşamış biri olarak, böyle de bir şey var demek istemiş. Çünkü bu türden bir hayatın filmi bildiğim kadarıyla yok, olamaz da zaten :)

Derecelendirme: 6/10.

5 Mayıs 2017 Cuma

Otac na sluzbenom putu (1985)


Stalin ile Tito'nun arasının bozulması Yugoslavya'nın çocuksu halkında taşları yerinde oynatıp, uyumsuz sonuçlar ortaya koymaya başlamıştır. Askeri yürüyüşün ulusun güç simgesi sayıldığı, rujun bile kaçak satıldığı, tuvalete her girenin gizli işler çevirdiği, milli takımın futbol maçı kazanmasının savaş kazanılmış gibi yankı bulduğu totaliter Yugoslavya'da Marx'ın Das Kapital'i Stalin portresine bakarak yazdığı bir karikatürünü komik bulmamak Meşa'nın hayatını karartmaya yetecektir. Meşa'nın karısını boşayıp kendisi ile evlenmesini isteyen ve bu isteği kabul görmeyince Meşa'nın siyasi polis olan Stalinist kayın biraderi ile yaşamaya başlayan kıskanç Ankica bir de Meşa'nın karikatürü komik bulmadığını sevgilisine yetiştirince Meşa sürgüne gönderilecektir. Tüm bu olaylar Meşa'nın küçük oğlu Malik'in gözünden anlatılıyor filmde.

Komşu kadının da kocası siyasi polis tarafından götürülmüş ve uzun zamandır ortada yoktur. Çocuklar dahil herkesin bildiği bu durumu kadın yine de küçük oğlundan acınası bir biçimde saklamaya çalışmaktadır. Kim kimi idare ediyor belli değildir aslında. Sonunda kadın dayanamaz ve adamın cenazesini kaldırır. Tabutta ceset yoktur.

Malik'in de durumu arkadaşı Yoza'dan farklı olmayacaktır kısa bir süre sonra. Babasının yokluğunda Malik uyurgezer olarak ilk arızasını çıkarır. Malik ve annesi sürgündeki Meşa'yı görmek üzere trenden indiklerinde, tren ortamı sise boğar ama yine de aile birbirine kavuşur. Bu aşağıdaki sahne filmin özeti gibidir esasen.


Sonuç olarak totaliter devleti eleştiren Kusturica'nın tipik Balkan insanlarını izlemek isteyenler için iyi bir film olduğu söylenebilir. Ben çok bayılmadım, ama yine de iyi bir film.

Derecelendirme: 8/10

4 Mayıs 2017 Perşembe

Le dîner de cons (1998)


Tiyatro komedilerinin bir matematiği var. Kim ne zaman sahneye girecek, ne zaman çıkacak, telefon ne zaman çalacak, ne zaman kapatılacak, doğru zamanlamayı tutturduğunuzda, ve karakterler arasında doğru çatışmaları kurduğunuzda, kimsenin abuk subuk mimiklerine, saçma sapan abartılı oyunculuklara, aptal sakarlıklara ihtiyacınız yok. Kendiliğinden kusursuz bir komedi oluveriyor. Üstelik karakterleriniz değil, oyununuz komik oluyor. Bunun kusursuz bir örneğini bu sezon tiyatroda izlemiştim: Oyunun Oyunu. Filmi de varmış ama filmi henüz izlemedim.

Her ne kadar Oyunun Oyunu kadar olmasa da Salaklar Sofrası da bu komedi matematiğinin iyi örneklerinden biri. Oyunun Oyunu kadar kusursuz olmamasının sebebi, Salaklar Sofrası'nın karakterin salaklığına da ihtiyaç duyuyor olması, temposunun daha düşük olması ve Oyunun Oyunu'ndaki şahane kurguya sahip olmaması bence.

Bu matematiği çözmeye başladığınızda ise bu tip komediler sanattan çok bir mühendislik şaheseri izlenimi bırakıyor insanda. Zekayı takdir ediyor, çok eğleniyor ama içeriğini yetersiz buluyorsunuz. Çünkü içerik çağrışımlar yaparak sizi başka yerlere götürmüyor, sadece eğlendiriyor. Ayrıca, tutkulu hobilerden salaklık çıkarmanın çok da manası yok bana kalırsa ki, oyunun yazarı da bence benimle aynı fikirde, ama salak da salak yani.  

Ama yine de siz birine salak demeden önce iki kere düşünün :)

Derecelendirme: 8/10.

1 Mayıs 2017 Pazartesi

Edipo re (1967)


Bunu da Oedipus kompleksine temel olan hikayeyi tam olarak öğrenmek için izledim ama yapım kalitesi korkunç. Hele bir müziği var, o kavalın allah belasını versin, tiksindim resmen. 67-68'de bizimkilerin çektiği filmlerin yapım kalitesi iddia ediyorum bundan iyidir. Oyunculuktan falan anlamam ama bundaki oyunculuklar bana müsamere seviyesinde gibi geldi. 

Sofokles'in ilk olarak M.Ö. 428 yılında sahnelenmiş tragedyası ise gerçekten ilginç. Yani 2500 yıl önce anlatılan hikayeye bakın yahu! Kendini gerçekleştiren bir kehanet hikayesi bakımından da ilginç, kehanetin içeriği bakımından da ilginç. Modern dünyada bunun psikolojide ve secret tarzı quantum literatüründe çok ciddi karşılığı var. 2500 sene önce bunu izleyenler ne düşündü acaba :)

İşte bu modern dünyadaki karşılığını ifade etmek için de bu tragedyayı modern bir hikayenin içine koymuş Passolini de, o kadar iğreti duruyor ki, yapmasa daha iyiymiş dedim ben açıkçası. Özetle, tragedya çok fantastik, ama bu film gerçekten kötü. Daha iyi bir Oedipus versiyonu vardır herhalde, onu izleyin derim ben.

Derecelendirme: 4/10

29 Nisan 2017 Cumartesi

Karamazovi (2008)


Öncelikle bu yaşıma kadar Karamazov Kardeşler'i okumamış olmaktan utanıyorum. :) En kısa zamanda okumayı planlıyorum. Filmde tiyatrosunu izlediğim kadarıyla çok dehşet bir roman olsa gerek. Her lise bebesine söylendiği gibi bize de klasikleri mutlaka okumamız gerektiği söylendi. Ben de Savaş ve Barış'ı okumaya kalktım. Tolstoy'u komunist zannetmem bir tarafa, aristokrasi hayatı beni zerre kadar ilgilendirmemişti ve çok sıkıldığımı hatırlıyorum. Yarım bıraktım kitabı. Sonra üniversiteye gittiğimizde bir arkadaşım da Karamazov Kardeşlerin iç karartıcılığından bahsetti diye hatırlıyorum. Hoş lisede Savaş ve Barış ya da Karamazov Kardeşler okuyup anlamanın mümkün olduğunu da sanmıyorum. Bu gerizekalı "kolay paragraf sorusu çözersin" tavsiyeleri benim edebiyat dünyamı derinden sarsmış bugün bir kez daha anladım. Çünkü o aptal tavsiyeler ve kötü Savaş ve Barış tecrübem yüzünden klasiklerden uzak durdum. Suç ve Ceza ile Kumarbaz dışında Dostoyevski okumadım.

Bugün bu filmi izleyince Karamazov Kardeşler'in hikaye yapısının çok çok iyi olduğunu düşündüm.. 4 kardeş var biri geleneksel mirasyedi karakteri, biri ateist mühendis/bilimadamı kılıklı modern Rusya diyelim :) bir Hıristiyan muhafazakar, sonuncusu da kenara atılmış bir kaybeden karakteri. Dostoyevski gibi bir yazarın bu müthiş yapıdan manyak bir roman çıkardığına eminim. Tabii bunlar benim kendimce saçma sapan yorumların zira bahsettiğimiz adam Dostoyevski yani. 

Filme gelirsek, Karamazov Kardeşler'i tiyatroya uyarlayan bir Çek tiyatro grubu oyunu Polonya'da bir demir çelik fabrikasında oynuyor. Fabrika içerisinde oyun da çok güzel ilerliyor ama bir taraftan da oyundan etkilenen oyun dışı bir hikaye ilerliyor. 

Benim için çok iyi bir film, ama bu iyiliğin çok önemli bir kısmı romandan geliyor. Romanı okumuş olsam muhteşem mi derdim, iyi mi derdim, yoksa çok iyi mi derdim onu da bilemiyorum.

Deerecelendirme: 9/10

Everybody Wants Some!! (2016)


Richard Linklater, büyümeyi en iyi anlatan yönetnmen, bu kesin bir gerçek benim için. Before Sunset, Sunrise, Midnight üçlemesinde de Boyhood'da da, Dazed and Confused'da da, Tape'de de School Of Rock'ta da hep aynı temalar üzerinden, hayatın anlamlı ya da anlamsız diye nitelendirilemeyeceğini, hayata anlam katıp, katamayacağımızın konuşulabileceğini söyleyen, bu konuda kendince fikirleri, çözümleri olan ve muhtemelen de 16-20 yaş arası gençler ilham alsınlar, odaklanabilecekleri alanı bulsunlar diye film çeken bir adam.

Bu filmde de farklı bir şey yapmıyor. Kendi gençliğinin nostaljisi içerisinde bir 80'ler filmi çekmiş ve bir yandan da gençlerin tüm o kimlik bunalımlarını, kişilik krizlerini aşıp, karakterlerini oluşturdukları, büyüdükleri anın fotoğrafını çekiyor. Büyüyememiş Willoughby karakteri üzerinden büyümenin aslında cazip bir şey olmadığını ama büyümemenin sürdürülemez/katlanılamaz olduğunu anlatıyor. Kompleksleri Nesbit, hırsı Mc Reynolds, uyumu Finn üzerinden anlatıyor. Jake ise ana karakter, biraz daha entelektüel, duygusal, sanatsal bir büyümenin peşinde. 

Sonuç olarak, çok tekrar ediyor kendini denebilir, hep aynı şey denebilir, sanatsal olarak zayıf denebilir ama bu adamın anlattığı şeyleri anlatan ben ortada pek adam görmüyorum. Dolayısıyla benim için iyi kalmayı sürdürüyor Linklater.

Derecelendirme: 8/10

23 Nisan 2017 Pazar

8 Saniye (2015)


Güneşin Samanyolu galaksisi etrafındaki tam bir dönüşünü bir yıl kabul etseymişiz, ortalama insan hayatı da 8 saniye oluyormuş. Bu kozmolojik gerçek üzerine rüyalarında herşeyi sen yarattın, sevmediysen değiştir diyen bir vatandaşa inanan kahraman kızımızın hayatını çekiyorsun. Nasıl oluyor da, hem evren için hiçbir önemi olmayan 8 saniyelik hayatlar yaşayıp hem de tüm evren kendimizin etrafında dönüyormuş sanıyoruz ben bunu hiç anlamıyorum. 

Üstüne hanım kızımız pek de seçmediği sevgililerinin akışında mutsuz olunca çareyi sevgili değiştirmekte buluyor ve bu filmden bir kişisel gelişim saçmalğı içerisinde başımıza gelen herşeyi affedelim filmi çıkıyor. Üstelik de filmin başrolünü oynayan hanım kızımız kendi hayatını anlatıyormuş. 

Filmin türünü biyografi kabul edersek, "izlemesem de olurdu", fantazi kabul edersek "bu ne ya!" ve drama kabul edersek kötü bir film var karşımda. Ben amaaaan bu ne ya! demeyi tercih ettim.

Derecelendirme: 5/10

22 Nisan 2017 Cumartesi

Gett (2014)

http://www.imdb.com/title/tt3062880/

İsrail usülü boşanma nasıl oluyor merak ediyorsanız, kaçırmayın :) 

Ben oldum olası tiyatro türü hikayeleri severim. Hiçbirşey görmezsiniz, herşey size parça parça anlatılır ve siz bir hikaye inşa edersiniz. Film tamamen mahkemede geçiyor ve boşanacak çift nasıl bir hayat yaşamış, niye boşanmak istiyor kadın, niye boşanmak istemiyor adam yavaş yavaş en az mahkeme kadar yavaş izliyorsunuz. Kafanızda çiftin evlerini, komşularıyla ilişkilerini falan hep siz kuruyorsunuz size verilen malzeme ile. 

Muhafazakar İsrail toplumunu görüyorsunuz ki, esasen çok da yabancı değil bize, onu fark ediyorsunuz. Kadınla beraber çıldırıyor, avukatla beraber sinirleniyor, hakimlerle beraber çaresiz kalıyorsunuz. Adamla beraber inat edemedim ben, onu da başaran çıkar :)

Benim için iyi bir film.

Derecelendirme: 8/10.

Chaharshanbe-soori (2006)


Her ne kadar Asghar Farhadi'nin Oscar alan son filmini beğenmemiş de olsam, kapalı toplumlarda dışarıdan bakınca anlayamayacağınız sosyal yapıyı vermesi açısından çok değerli buluyor ve zevkle izliyorum Farhadi filmlerini. Bu film de onlardan biri.

Bir aile kurmaya çalışan genç ve fakir Rouhi'nin nişanlısıyla motorla karlı tepelerin yanında muhtemelen Tahran'ın varoşlarında yol alırken nişan fotoğraflarına bakıp çok da beğenmediği, dalga geçtiği bir sahne ile başlıyor. Motorun arkasında fotoğraflara bakarken elinden fotoğrafı düşürüyor ve fotoğrafla birlikte çarşafı motorun zincirine takılıyor. Motor kayıyor düşüyorlar. Neyse ki yaralanan olmuyor, eğlenmeye devam ediyorlar. Rouhi'nin biraz da çocukça eğlenen doğal hali ve buna eşlik eden nişanlısı çok hoş ama aile kurmak çocuk oyuncağı mı?

Evlenmek, yuva kurmak pahalı bir iş ve Rouhi, masraflara katkıda bulunmak için Mojde ile Morteza'nın evine temizliğe gidiyor. Rouhi daha siteye girerken, Rouhi ile Mojde arasındaki statü farkını aklımıza kazıyor Farhadi, sitede oturan başka bir kadın Rouhi'yi içeri sokmuyor. Yani Mojde ile Morteza'nın oturduğu siteye işi olmayan fakir giremiyor. Mojde ile Morteza'nın evinin camının kırık olduğunu görüyorsunuz, zilleri de çalışmıyor. Evde oturanlarda bir sorun olduğu belli. Türk filmlerinde sıkça gördüğümüz zenginlerin dünyasını anlamayan, hatta alay eden fakirlerin ruh halini gözlemlemek mümkün. Ev karman çorman, evin hanımı ortada yok, adam telefonla konuşuyor, eli sargılı, belli ki camı o kırmış. Rouhi öylece kalakalıyor, yabancılık hissi iliklerine kadar işlemiş durumda.

Rouhi, paarsını alıp gitmesi istendiğinde bile evi siteyi terketmek istemiyor. Bu isteksizliz bence sadece haketmediği parayı almak istememesiyle açıklanamaz. Rouhi zengin ve çocuklu bir ailenin, belki de nişanlısıyla hayal ettiği bir hayatı hem merak ediyor, hem de deneyimlemek istiyor. Rouhi'deki bu ruh hali film boyunca sürüyor.

Mojde ile Morteza'nın gizemli durumunun içinde Rouhi önüne gelen hiçbir oyuna katılma fırsatını kaçırmıyor ve katılıyor. Yalan söyleyip rol yapıyor. Komşuluk ilişkilerini kapıcının karısının ağzından dinlediği gibi bizzat da gözlemliyor. Kusursuz bir matematik düzeninde işleyen olay örgüsü içerisinde, ailenin sorunları Nevruz kutlamaları için şehirde hiç durmadan patlayan havai fişekler gibi ortaya çıkıyor. Rouhi yeni yılın ve hayatının dönüm noktasının eşiğinde zengin bir İran ailesinin durumunu gözlemlerken, biz de İran aile yapısına dair Farhadi'nin gözlemlerini ve eleştirilerini izliyoruz.

Senaryo matemetiği çok başarılı olan, sosyal ilişkileri iyi anlatan bir İran filmi bence.

Derecelendirme: 8/10.

The Birds (1963)


Ben çocukken bu filmi izlediğimi hayal meyal hatırlıyordum, ama ne anlattığına dair hiçbir fikrim yoktu. Ben de severim Hitchcock filmlerini, izleyeyim dedim.

İzlediğimde ilk aklıma gelen, kuşların Soveytler tehdidi olduğuydu ve batı toplumu tarafından yeterince ciddiye alınmadığını söylediğini düşündüm Hitchcock'un. Filmin yapıldığı yıl soğuk savaşın en hararetli yılları, uzay çalışmalarında Sovyetler öne geçmiş, Küba füze krizi vs.

Ayrıca, ister Sovyetler tehdidi olsun, isterse ekolojik dengeyi bozmamıza hayvanların tepkisi olsun, filmde burası benim, ben ne dersem o olur diyen kibirli ve kontrolcü modern insanoğlunu gözümüze sokmuş iyi bir film olduğunu düşünüyorum.  

Biraz interneti kurcalayınca, daha Freudyen yorumlar öne çıkmış. Filmde de Annie ile Melanie Mitch'in annesi hakkında konuşurlarken Oedipus kompleksinden bahsediyorlar Üstelik Melanie'nin kıyafetleriyle kafesteki aşk kuşlarının renkleri aynı. Buradan bu Freudyen yorumların da doğru olabileceğini düşünüyorum. Ancak ben bu filmdeki Freud göndermelerini anlayacak kadar Freud bilmiyorum, dolayısıyla oraya girmeyeceğim. 


Derecelendirme: 8/10.

20 Nisan 2017 Perşembe

Vals Im Bashir (2008)

http://www.imdb.com/title/tt1185616/

Benim için çok net bir izlemesem de olurdu filmi. Hiçbir ikircikli konu yok, belgeseli çizgi film gibi çekmişler. Savaş kötü, soykırım kötü, zulüm karşısında susan da dilsiz şeytan vs. vs. Psikoloji serpmişler biraz içine. Hiçbir çıkarım yok, yorum yok, fikir yok, böyle böyle oldu, olanlar da çok kötüydü.

İstemiyorum ben böyle filmler izlemeyi.

Derecelendirme: 6/10

18 Nisan 2017 Salı

If.... (1968)

http://www.imdb.com/title/tt0063850/

68 gençliğinin devrimci komünist saçmalıklarından başka bir şey değil. Şüphesiz İngiliz olsam anlayabileceğim bir sürü anlamadığım gönderme, şu, bu da vardır, siyah beyaz çektiği yerlerin bir anlamı falan da vardır da bu ne allah aşkına? Geleneklerine bağlı bir okulun görevlendirilmiş öğrencileri bir nevi sınıf başkanları kraldan kralcı, müdürden daha müdürcü oluyor. Kralı, müdürü, aristokratı, öğretmeni de buna ses etmiyor, hatta destekliyor. Bir grup öğrenci de isyan ediyor, bunların hepsi tamam da, isyanın da bir ölçüsü olur ya :) Tamam sen kralı kayalara ulaşamayan bir yumuşakça olarak değerlendir, bununla mücadele et, İngiliz anayasasını eleştir falan da, bu ne ya!

Yani tamam okul İngiltere, müdür kral, Rowntree başbakan, öğretmenler aristokratlar, öğrenciler halk falan da bu ne ya! 

Derecelendirme: 5/10

17 Nisan 2017 Pazartesi

La notte di San Lorenzo (1982)


Savaş filmlerini sevmiyorum. En nihayetinde savaş çok kötü bir şeydirin ötesinde bir şey diyemiyorlar. İç savaşa benzer durumlarda bu savaş çok kötü bir şeydirin ötesine geçememe hali daha da artıyor. Özellikle bu filmdeki gibi Mussolinicilerin niye Mussolinici olduğu, Mussolini'nin kim olduğu, toplumun bu ayrışmasına neyin yol açtığı gibi konulara hiç girmezsen, sonunda "eee savaş çok kötü bir şey gerçekten" demek dışında hiçbir şey yapamıyorsun. 

Bu film savaşı bir çocuğun gözlerinden anlattığı için, savaş çok kötü bir şeydir demek bile zorlaşıyor. Özetle benim üstümde kafa yorabileceğim hiçbir şey sunmuyor film bana. Tatlı sıcakkanlı italyanlar mı? Biraz, ama onu anlatacaksan da savaşı anlatma, tadı daha çok çıksın.

Sonuç olarak izlemesem de olurdu diyorum.

Derecelendirme: 6/10

16 Nisan 2017 Pazar

Prisoners (2013)

http://www.imdb.com/title/tt1392214/

Bu filmde spoiler vermemek gerekiyor. O nedenle çok fazla yazmayacağım. Sadece pederin bodrumunda bulunan adamla ana olayın bağlantısını ortalama bir izleyici polisten önce yakalayabilir ve dolayısıyla film uzun gelebilir. Bir de adı niye Prisoners hiç çözemedim. Bunlar dışında matematiği sağlam, eli yüzü düzgün  bir polisiye gerilim filmi.

Derecelendirme: 8/10. 

Sicario (2015)


Manuel Diaz, şirketi aracılığıyla mortgage kredileriyle evler alıp, bedellerini uyuşturucu parasıyla ödeyen Sonora uyuşturucu kartelinin Amerika kolunu yöneten kişidir. Uyuşturucu parasını mortgage kredileri geri ödemeleriyle aklamaktadır. Bu adamın kuzeni kartelin üç numaralı adamı Fausto Alacron'dur. CIA Fausto Alacron'a ulaşmak için Manuel Diaz'ı yakalamayı kafasına koyar. 

CIA'in çalışma yöntemleri ve Amerika'da hukukun ne olduğu ve nasıl işletil(me)diğine dair pek de fena olmayan bir film.

Derecelendirme: 7/10

15 Nisan 2017 Cumartesi

Hidden Figures (2016)


Çok hoşuma gitti film ama izleyicinin hoşuna gitsin diye de herşey yapılmış. Bir kere filmin üç siyah kadını da çok tatlı, şirin insanlar. Üçüyle de arkadaş olsak ne güzel vakit geçirir, ne verimli muhabbetler ederiz diye düşündürtmek için ne gerekiyorsa yapmışlar. Üçü de tutkulu, saygılı, çalışkan, vizyon sahibi, azimli, mücadeleci insanlar. Bu tip tutkulu insanların benim tecrübelerime göre öfke patlamaları, isyanları falan olması lazım. Dahi seviyesindeki insanların topluma bu kadar entegre, sosyal hayatta bu kadar başarılı olamamaları lazım. Başarısızlık karşısında depresifleşmeleri, üstlerinde böyle delicesine bir baskı varken, bu kadar uysal olmamaları gerekir. Kısaca, karakterler çok idealize.

Al Harrison'ın pozisyonunda birinin de çok daha depresif, sinirli, kontrolcü biri olması beklenmelidir diye düşünüyorum. Oysa filmdeki Al, son ana kadar kendi işleine gömülmüş, pek de etliye sütlüye bulaşmayan biri gibi veriliyor. Yine bence böyle büyük bir projede sinerjinin ortaya çıkması gerekir. Oysa filmde sinerji yok, mesela teorik hesaplamaları yapan Al ile projenin baş mühendisi arasında hiç etkileşim yok filmde. Kısaca filmdeki karakterlerin duygusal durumları ve değişimleri çok eksik.

Öte yandan filmin politik arkaplanına bakarsak, ırkçılığı ve cinsiyetçiliği bence çok yüzeysel ve naif anlatıyor. Yani ırkçılığın da cinsiyetçiliğin de saçmalığına hiç girmiyor. Tamamen liyakat üstünden ilerliyor. Yani yapılan işi beyazlar yapabiliyor olsaydı, ırkçılık filmde hiç yer almayacaktı. Yine kadınların yaptıkları işi erkekler yapabilseydi, filmde kadın erkek ayrımcılığı da hiç yer almayacaktı. Oysa ırkçılık ve cinsiyetçilik karşıtı bir filmin bu meselelerin ahlaki temellerine inmesi gerekirdi diye düşünüyorum. Bu filmde sadece faydanın maksimize edilmesi bağlamında ele alınıyor. 

Film, Yusuf Atılgan'ın tarif ettiği "sinemadan çıkmış insan" ortaya çıksın diye yapılmış ve izleyicinin duyguları tavan yapsın diye elinden geleni yapıyor. Böyle bakıldığında tipik bir Amerikan sineması örneği olarak duruyor karşımızda. İzleyicinin kafasını çalıştırması, kendini zorlaması falan gerekmiyor, sadece sinemadan çıktığında "gaza gelen izleyici" hedefleniyor.

Her ne kadar filmi izlemekten çok keyif almış olsam da, biliyroum ki kolay gelen, kolay gider. Filmin üzerimdeki motive edici etkisi, Yine Yusuf Atılgan!ın dediği gibi "beş-on dakikada ölüyor."

Derecelendirme: 8/10.  



Köpek (2015)

http://www.imdb.com/title/tt4602818/

Bir transseksüel, bir çocuk ve bir karı koca. Üç farklı hikaye birbirinden tümüyle bağımsız olarak ilerliyor ve hiç kesişmiyor. Hikayelerdeki karakterlerin tamamı kenara itilmiş ve hor görülmüş. Zamane solcuları işçi sınıfından ve devrimden umutlarını kestiler keseli, hep böyle abuk subuk duyarlılık hikayeleri anlatıp duruyorlar da, ne bir çözüm önerisi var, ne de kendi vicdanlarını rahatlatmaktan başka bir işe yarıyor. Üniforma giyen herkes kötü, herkes şiddete meyyal. Benim için klasik bir Allah belanı versin filmi.

Derecelendirme: 1/10

La La Land (2016)

http://www.imdb.com/title/tt3783958/

Los Angeles, yıldızlar şehri. Hayallerine ve tutkularına bekledikleri ilgiyi göremeyen iki gencin yollarının kesişmesiyle başlayan müzikal bir aşk hikayesi La La Land. 

Mia, 3. sınıf dizilerin ve filmlerin oyuncu seçmelerinde bir türlü istediği rolü alamazken, Sebastian da açmayı planladığı caz kulübüni açmayı başaramamıştır. Mia seçmelere devam etmekte, Sebastian da sevdiği müziği çalmak yerine restoranlarda kendisine verilmiş bir şarkı listesi dışına çıkmaması konusunda uyarılmaktadır. İkisi de hayallerinin peşinde gitmeye kararlıdır ama bu kararlılık gittikçe zorlaşmaktadır. 

Mia, oyuncu seçmelerinde kendisine yardımcı olacak ilgi gösterecek tiplerle tanışmak için gittiği partiden umduğunu bulamayıp çıktığında, arabasını trafik polisleri yanlış park nedeniyle çekmişler ve Mia yürümeye başlamıştır. Duvarları eski Hollywood yıldızlarıyla süslü restoranda duyduğu müzik onu çeker. İçeride Sebastian şarkı listesini o gece ilk ve son kez ihlal etmiş, sevdiği müziği çalıyordur. Mia girer. Sebastian çalıştığı yerden şarkı listesine sadık kalmadığından kovulmuş çıkarken Mia ona müziğini çok sevdiğini söylemeye çalışıyordur. Sebastian görmezden gelir. Mevsim kıştır.

İlkbahar geldiğinde Mia Sebastian'dan intikamını onunla tesadüfen karşılaştığı bir partide alır. Sebastian hiç inanmadığı bir grupla partinin müzisyenliğini yapmakta ve partidekilerin istek şarkılarını çalmaktadırlar. Mia Sebastian'a çalmaktan tiksineceği bir şarkı çaldırır ve tanışırlar nihayet. Birbirlerinin durumunu anlıyorlardır, yavaş yavaş ilişki filizlenir. 

Mia'nın hayalini ve tutkusunu öğreniriz önce. "Teyzem aktristi. Gezici bir tiyatrodaydı. Nevada'daki Boulder City'de büyüdüm. Evimizin karşısında bir kütüphane vardı ve klasik film koleksiyonu oldukça genişti. Teyzem beni oraya götürürdü ve bütün gün Aşktan Da Üstün, Tehlikeli Bebek ve Kazablanka gibi filmleri izlerdik. Yatak odamda oyunlar sergilerdim teyzemle ikimiz filmlerde gördüğümüz sahneleri yeniden canlandırırdık. Ardından kendi oyunlarımı yazmaya başladım. Neyse, buraya gelmek için iki yıldır gittiğim üniversiteyi bıraktım." der Mia, Sebastian'a.

Sonra Sebastian tutkusunu ve hayalini cazdan nefret ettiğini söyleyen Mia'ya anlatır: "Bence cazdan nefret ettiğini söyleyen insanlar bunu dillendirdiklerinde müzikle ilişki kuramıyor, kökeni anlayamıyorlar. Caz, New Orleans'ta küçük ve ucuz bir pansiyonda doğdu. Çünkü beş farklı dil konuşan, birbiriyle anlaşamayan insanlar oraya toplanmıştı. Karşılıklı konuşamıyorlardı. İletişim kurmanın tek yolu cazdı. Cazı, bahsedilen şeyi görmelisin. Şu adamlara bir bak. Saksafoncuya bak. Şarkıyı kaçırıp kendi yolculuğuna çıkardı. Bu adamların hepsi beste ve düzenleme yapıyor, şarkı yazıp melodiyi çalıyor. Trompetçiye bak. Adamın kendi fikri var. Caz çatışmadır, uzlaşmadır ve müzik her defasında kendini yeniler, her gece başka müzik çıkar. Çok ama çok heyecan verici. Ancak caz ölüyor. Ölüyor Mia. Caz ilgisizlikten ölüyor. Dünya diyor ki 'bırakın ölsün çünkü miadını doldurdu' Fakat ben varken bu olmayacak."

Yaz olur mevsim, artık Mia ile Sebastian beraberdirler. Ama eski filmleri seven kızla, eski müzikleri seven adamın aşkının bir geleceği olabilir mi? Bu hayallerle, bu tutkularla değirmen döner mi? Birbirlerini hayallerinin peşinde gitmeleri için motive ederler ama motivasyon tek başına yeterli mi?

Mia'nın annesiyle yaptığı bir telefon görüşmesinde iş paraya gelir. Mia tek kişilik oyununu sahnelemek için tiyatro ayarladığını annesine söylediğinde annesinin "iyi para kazanacak mısın?" sorusuna "anne ben üste para veriyorum der. Annesi Sebastian'ı sorar, onun da düzenli bir işi dolayısıyla geliri yoktur. Sebastian mesajı almıştır ve hedefine daha yakın olan Mia'dır. Sebastian para kazanmak için hayali olmayan bir müziğin peşinden gider ve Amerika içinde turneye çıkacak bir grubun piyanisti olmayı kabul eder. Mia oyununu sahnelemeye çabalarken, Sebastian da şehir şehir gezmeye başlamıştır. 

Sonbahar gelmiştir aşklarına. Sebastian ile Mia, izlediğim en güzel sevgili kavgalarından birini yaparlar. Para sorunu, işleri nedeniyle birbirlerini yeterince görememeleri pahasına çözülmüştür. Üstelik hayalleri ve tutkuları konusunda fedakarlık yapan Sebastian olmuştur. Mia, Sebastian'ın inanmadığı bir müziğin peşinde bu kadar uzun süreli çalışmasını yanlış bulur. Sebastian da haliyle bunu uğruna fedakarlık yaptığı Mia'dan duyunca sinirlenir. Oysa aslında iki hayalin birlikte gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığını görmüşlerdir. 

Bu filmi izlemeye başlamadan önce, ben caz çok sevmem, müzikal de çok sevmem, ne işim var bu filmle diye düşünmüştüm; ama iyi bir aşk hikayesi izledim. Müzikleri de gayet güzeldi. Neon renkler sanırım bu sene moda, Nocturnal Animals ve Moonlight'ta da bolca kuıllanılmıştı, ama en yakıştığı film bu olmuş bence.

Derecelendirme: 8/10

13 Nisan 2017 Perşembe

Avatar (2009)


Bu filmin ilk çıktığı günleri hatırlıyorum da ne reklamı yapılmıştı. Dünyanın en güzel filmi, inanılmaz bir görsellik sunuyor, tekniği şöyle uçuyor, böyle kaçıyor, imax dışında izlenmiyor falan filan. Ben o sıralarda kendimi umutmuş, Mısır'da deli gibi çalışıyordum. Imax falan gidemedim. Sonrasında da imax dışında izlenmiyor gibi şeyler aklımda kaldığından izlememiştim. Bugün hasret sona erdi, Avatar'a kavuştum. :)

Yine teknikten anlamayan biri olarak söylüyorum, bence senaryosu dökülüyor. Klişeler fışkırıyor her yerinden. Son Mohikan ile Matrix karışımı dandik bir film bana göre. Çok kurcalamaya değer bulmuyorum ve izlemesem de olurdu diyorum.

Derecelendirme: 6/10

Macbeth (2015)

http://www.imdb.com/title/tt2884018/

Önümüzdeki hafta Macbeth'in tiyatrosuna gideceğim, hikayeyi bir öğreneyim, tiyatroda daha detaylı bakarım diye izledim bu filmi. Bir tiyatrosever olarak Shakespeare oyunlarını elimden geldiğince öğrenmeye çalışıyorum. 

Shakespeare'in diğer pek çok eseri gibi Macbeth de bir şablon. Yani sonrasında benzerleri, versiyonları, uyarlamaları, varyasyonları defalarca tekrar tekrar seyirciye sunulmuş bir hikaye niteliğinde. Bunu izlerken aklıma gelen filmleri, dizileri saymaya kalksam, buradan köye yol olur yani. 

İktidarın içeriden el değiştirmesine dair pek çok gerçek ve kurgusal durumu bu şablonun içine atabilir ve tertemiz çıkarabilirsiniz. Üç cadı ve kehanet günümüzde, hırs, ihtiras, ego ile taktik-stratejik plan olur hikayeniz de mis gibi kokar, yumuşacık olur. Shakespeare'in büyüklüğü de burada gelmektedir zaten.

Ben amacım ve yaklaşımımla ilgili yazdığım yazıda belirttiğim gibi oyunculuktan, ışıktan kadrajdan falan anlamam. Sadece senaryodur değerlendirdiğim. O nedenle şimdi oturup da Shakespeare oyununa puan verecek filan değilim :) Bütün oyunlarının hikaye yapısı bilinmeli, öğrenilmeli.    

Edit: İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarının oynadığı Macbeth tam bir rezillikti. Ben hikayeyi bildiğim halde zor takip ettim olay örgüsünü, bilmeyenin bir şey anlaması mümkün değildi. Yalan Dünya'nın bir bölümünde Açılay tek kişilik gösteri yapmaya niyetlenmişti ya aynı onun gibi bir şeydi. 

12 Nisan 2017 Çarşamba

Va, vis et deviens (2005)


Bazı filmler vardır; öyle bir durumu anlatır ki, film güzel değil deseniz, filmin eleştirdiği, kötülediği ne varsa alkışlıyorsunuz sanırlar. İşte bu film de onlardan biri.

Etiyopya iç savaşından Sudan'a kaçan bir sürü Etiyopyalının arasından sadece yahudi olanları ile ilgileniyor film. Kurtarılmayı hakedenler onlar ya da kimse İsrail kadar dindaşına (aslında halkına çünkü yahudilik, millet ile ümmet ayrımının olmadığı annesi yahudi olmayanın yahudi olamadığı bir din. Tevrat öğretisini kabul edip, İsrailoğullarından olmayanların durumu biraz karışık) duyarlı değil filmin alt metninde. O sırada ölen bir yahudi çocuğun yerine iki annenin mutabakatıyla bir hıristiyan çocuk geçer. Çünkü çocuğun annesi oğlunun kurtulmasını istiyordur, diğer anne de oğlunun ölümünden doğan üzüntüsünü yeni çocuk ile teselli edecektir. Fakat çocuğu yanına alan anne İsrail'e geldiklerinden kısa bir süre sonra ölür.

Bundan sonrası siyah bir çocuğun İsrail toplumuna entegrasyonunda yaşayacağı sonu gelmez zorlukları anlatır uzun uzun. Çocuk da dalgalandıkça dalgalanır. Bir bakarsın uyum göstermek için gençler arasında düzenlenen yahudi münazarasını kazanır, bir bakarsın polise gider "ben yahudi değilim yalan söyledim" der.

Aşık olduğu Sarah'nın babası "yobaz" bir yahudi olduğundan kızdan uzak durur, ama o "yobaz" babanın kızı nasılsa çok açık fikirlidir ve Schlomo'ya deliler gibi aşık olur. Schlomo daha 13 yaşındayken, para karşılığı sınıf arkadaşı Itai adına Sarah'ya aşk mektupları yazmıştır.. Evlendikleri gece Schlomo "sana bir sırrımı söylemem lazım" dediğinde Sarah öyle bir bakar ki, Schlomo "ben yahudi değilim" demeye korkar ve "Itai'nin o aşk mektuplarını ben yazmıştım" der. Kız, "bu kadar mı, emin misin, bbu büyük hikaye bu muydu" diye küçümseyip Schlomo'dan bir cevap gelmeyince "aptal şey, zaten biliyordum, ben sen senin mektuplarına aşık oldum" der. Oysa, aynı Schlomo aynı Sarah'ya ben yahudi değilim dediğindeyse, aynı Sarah aynı Schlomo'yu terk ederken şunları der:

"Öz babamın beni reddedeceğini bilmeme rağmen seni kabul ettim, sadece senin için! Bütün ailemi terk ettim, annemi, kardeşimi...Senin için yaptım. Benimle konuşan tek bir kişi kalmadı. Bir kişi bile! Kolay olduğunu mu sanıyorsun? Birbirimizi 10 yaşından beri tanıyoruz. 10 yaşından beri yalan söylüyorsun, bana asla güvenmedin! Senin yahudi olmanı ya da olmamanı umursamadım, siyah, beyaz ya da kızıl olmanı da. Benim sevdiğim sendin! Sen Schlomo, sen! Seni aptal!"

Kız için terketme sebebi yalan söylemesiyse, Schlomo başından beri yalan söylüyordu, o zaman niye sorun etmedin? Schlomo güvenmediği için kız terk ettiyse, işte şimdi güvenmiş, ne diye şimdi terk ediyorsun? Schlomo'nun aptallığı ise her durumda baki!

Schlomo'nun onu evlatlık alan aile ile ilişkisi de benzer şekilde çelişkiler yumağı. Alt metinler İsrail'e düzülen methiyelerle dolu. Finali de vıcık vıcık populizm. Benim için kötü bir senaryo, kötü bir film.


Derecelendirme: 4/10

11 Nisan 2017 Salı

Hail, Caesar! (2016)


Coen biraderlerin kendilerini fütursuzca akladıkları, figüranlar hariç sinema emekçilerine bolca da teşekkür ettikleri bir film bu. Eyy sinema endüstrisi sen ne büyüksün!

Film koskoca sinema endüstrisinin çarklarını döndürmek için delicesine çalışan, bu uğurda ailesini bile ihmal eden Eddie Mannix'in 27 saatini konu alıyor. "Adına çalıştığı film stüdyosu hikayeler üretiyor, her biri ya gün ışığında drama ya da mehtapta rüya konulu." diyerek tanıtılan film endüstrisinde fedakarca, cansiparane çalışan Eddie Mannix'in "işiyse geceymiş gündüzmüş önemsemez, gerisini de pek az umursar." 

Aslolan Eddie Mannix değil, ailesi değil, para değil, politika değil, din değil, sinema endüstrisidir yani. Öyle bir endüstri ki, gazetecilikle birlikte insanların isteklerini karşılamak için canla başla çalışıyor. Çünkü Mannix'in ikiz gazetecilerden birine söylediği gibi "insanlar gerçekleri istemiyor, inanmak istiyorlar. Büyük endüstrimiz bu. Hem benim hem de seninki. Baird Whitlock'ın büyük bir yıldız ve iyi bir adam olduğuna inanmak istiyorlar."

Aslolan insanların inanmak istedikleri şeyler yani, hakikat değil, aşk değil, sevgi değil, bilgi değil, ahlak değil. Sinema endüstrisi, Eddie Mannix'i de, İsa'yı da, Sezar'ı da, oyuncuları da, yazarları da, yönetmenleri de bu uğurda kullanır. Yalanmış, haksızlıkmış, saygısızlıkmış, bilgisizlikmiş, sevgisizlikmiş, ahlaksızlıkmış, bunların hiçbir önemi yoktur. Eddie Mannix bu uğurda polise yalan söyler, din adamlarını kafalar, gazetecileri manipule eder, aktristinin gayrimeşru çocuğu ortaya çıkmasın diye evrakta sahtecilik yapar, fidyecilere fidye öder ve patronu Nick Schenk'e asla laf söyletmez: " Nick Schenk ve bu stüdyo, sana ve burada çalışan herkese iyiydi. Bir daha Bay Schenk'e salladığını duyarsam, kendini kaçırtmaktan içeri girersin, son sözlerin onlar olur." 

Eddie Mannix için sinema endüstrisine hizmet ediyorsan bir değerin var, yoksa değersizsin: "Oraya çıkıp Yüce Sezar'ı bitireceksin. O pişman hırsızın ayaklarında konuşmanı yapacaksın ve her kelimen yüreğinden gelecek. Yapacaksın çünkü sen bir aktörsün, işin bu. Yönetmen, yazar, senarist ya da çekim tahtasını tutan herifin işini yaptığı gibi. Yapacaksın çünkü filmin bir değeri var. Filme hizmet edersen senin de. Bunu da bir daha unutmayacaksın."

Filmin günah çıkarmayla başlayıp, günah çıkarmayla bitmesine şaşırmamak lazım. Çünkü bu film Coen biraderlerin günah çıkarması. Yazıklar olsun!

Derecelendirme: 2/10

10 Nisan 2017 Pazartesi

Przypadek (1987)


Dünyada insanların tercihlerinden daha üstün bir kader ya da determinizm (wikipediaya göre evrenin işleyişinin, evrende gerçekleşen olayların çeşitli bilimsel yasalarla, örneğin fizik yasaları ile, belirlenmiş olduğunu ve bu belirlenmiş olayların gerçekleşmelerinin zorunlu olduğunu öne süren öğretidir.) bulunduğuna inanan Kieslowski için “bir insanın komünist ya da müreffeh bir kapitalist olmasından, dinsiz ya da dindar olmasından daha önemli aşk, ölüm, yalnızlık, nefret, kaygı gibi şeyler bulunmaktadır." "Bunlar pek sözünü etmediğimiz ama birlikte yaşadığımız, hayatımıza yön veren şeylerdir” diyen Kieslowski, yüzeysel bir izlemeyle tek seferde anlamanın neredeyse imkansız olduğu bu filminde Witek'in hayatının dönüm noktasında yaşadığı bir olayın üç farklı versiyonunu ayrı ayrı göstererek, Witek'in yaşayacağı duygular ve deneyimler bakımından sonucun pek de değişmeyeceğini söylüyor.

1956'da Poznan olayları sırasında babası protesto gösterilerinde iken annesi Witek'i doğurmak üzere hastanededir. Ortalık yaralı kaynıyordur, kadınla hastanede ilgilenemezler yeterince. Kadın ikiz doğurmaktadır. Witek doğar, diğerleri ölür. Bu olayla birlikte babası Witek'in doktor olmasını istemekte, hatta onu buna zorlamaktadır. Witek'in notlarını babası beğenmez ve onu en çok mutlu edecek şeyin onun o notları veren hocaları yenmesi olacağını söyler. Witek tıp fakültesinde 4. sınıfta iken babası hastaneye kaldırılırken, Witek telefonla konuşur. Babası ona mecbur değilsin der ama neye mecbur olmadığını söylemez, söyleyemez. Bir kaç saat sonra da ölür. Witek'in yanında eski öğretmeninden nefret eden, hatta onu keserken hayal eden tıp fakültesinden sınıf arkadaşı Olga vardır. Nefret ettiği eski öğretmeninin otopssisinden rahatsız olup çıkınca, Witek onu teselli ederken birbirlerine aşık olmuşlardır. Babası ölünce Witek, ne yapacağını bilemez bir halde, hıçkıra hıçkıra istasyonda ağlarken istasyon güvenliğine yakalanır. Bu, filmde anlatılan totaliter baskı ilk tanışmasıdır. Witek okula ara vermeye karar verir ve tıp fakültesi dekanından izin alır. Varşova trenine bir bilet alır, ama tren kalkmıştır. Witek trenin arkasından koşar. Bu anda film üç farklı olasılığa bölünür:

1. Witek treni yakalar ve biner.

Witek trende "treni kaçırmadığın için şanslısın" diyen Werner ile tanışır. Werner onu hapishanede beraber yattıkları muhalif lider Adam'a yönlendirir. Adam 1949'da casus olduğu şüphesiyle hapse atılmıştır. Werner, Adam'ın karısı Krystina'ya yardım etmiş, onu Adam'ın casus olmadığına ikna etmeye çalışmıştır. Bu sıralarda Werner Krystina'ya aşık olmuştur. Bir süre sonra Werner'i de hapse atarlar, parti için mahkemede yapmadığı suçları itiraf etmiştir. Werner de hapse atılınca Krystina, ikisinin de casus falan olmadığına inanmış ve komunist partiye inancını tümüyle yitirmiştir. Krystina Werner'i de Adam'ı da hapiste ziyaret etmeye başlamıştır. Hapisten ilk çıkan Adam olunca Krystina ile Adam evliliklerine devam ederler. Bir yıl sonra Werner hapisten çıktığında işkenceler sonucu topal kalmış kendini yalnızlığa mahkum etmiştir. Adam'ın liderliğindeki muhalefete yardım etmektedir ama hayattan hiçbir beklentisi kalmamış, ölümü beklemektedir aslında. İşi bırakıp, Fransa'ya gidecektir. Werner Adam ile Witek'i tanıştırır. Adam Witek'e kartını verir ve bir ihtiyacı olduğunda aramasını söyler. Witek Werner'a ne yapmalıyım diye sorar ve ne istersen onu yap cevabını alır.

Witek de işte böylece "biz başarısız olduk, belki sen başarırsın" diyen Werner'in yönlendirmesiyle partiye karşı tehlikeli bir mücadelenin içinde bulur kendini. Partiye üye olur, "içeri girmelidir, hiçbirşey dışarıdan düzeltilemez." O sırada ilk aşkı Czuszka'yı tesadüfen bulur. Werner evini Witek'e bırakıp Fransa'ya gider. Witek de ilk aşkıyla yeniden beraber olmaya başlar. 

Witek'in siyasi kariyeri Adam'ın desteğiyle parti içinde hızla ilerlemektedir. Diğer taraftan da muhalefet için kitaplar yazmaktadır. Fransa'ya gidip, muhalefete uluslararası destek arayacaktır, pasaportunu, vizesini almıştır. Werner Fransa'dan dönmüş batı sistemini, teknolojisini öve öve bitirememiştir. O sırada Czuszka'nın organize ettiği yasa dışı yayınlar yakalanır ve polis kızı tutuklar. Kızı ihbar eden Adam'ın adamlarıdır, Witek'i ise korumuşlardır. Witek Adam'a öfeksini kusar ve onun hareketiyle tüm bağlarını kopartır. Oysa sıkı bir komunist olan halası onun parti üyesi olduğunu ve memleketi için çalışacağını öğrendiğinde çok sevinmiştir. Werner'a kendisini memleketi düzeltebileceğine inandırdığı için bağırır, çağırır ve evini terk eder. Tam giderken Werner ona Paris biletini verir. 

Czuszka serbest bırakılmıştır, ama artık Witek'in bir muhbir olduğuna inandığı için yüzüne bile bakmaz. Ona Fransa'ya gitmesini söyler. Witek havaalanına geldiğinde Fransa'ya gidemez, Lublin ve Lodz'daki grevler nedeniyle parti oralardaki vatandaşlara yardım etmelerini istemektedir. Witek çıldırır ve havaalanından koşarak ayrılıp istasyona gider ve Varşova'ya bir bilet daha alır. 

2. Witek treni kaçırır ve o sinirle daha önce kendisini yakalamış olan istasyon güvenlikçisi ile kavga eder.

Olay karakola ve mahkemeye intikal eder, Witek 30 gün kamu hizmeti cezası alır. Kamu hizmeti bir parkı çiçeklendirmektir. Orada Marek ile tanışır. Marek inançlı bir katoliktir, evinde dini toplantılara izin verdiği için kamu hizmeti cezası almıştır. Bu defa parti yerine kiliseye çıkacaktır Witek'in yolu. Marek onu rahip Stefan ile tanıştırır. Kilise de memleketin gidişatından rahatsızdır ve dolayısıyla devletten baskı görüyordur. Witek yine devlet tarafından izleniyordur. 

Evinde izin verdiği bir dini toplantıda Kieslowski'nin kader inancı bir şarkıyla şöyle dile getirilir:

"Tohumları rüzgara attık, nereye düşeceklerini bilemeyiz.
Ürünleri kimin toplayacağını bilemeyiz, hasat zamanında kimin şarkı söyleyeceğini.
Saban ve tırmıklara ihtiyacımız olsa da, kurak tarlalarımızı ekmeliyiz.
Rüzgar tohumlarımızı yok etse de, kargalar ekinlerimize saldırsa da."

Witek o toplantıda tesadüfen devlet baskısından Danimarka'ya kaçan çocukluk arkadaşı yahudi Daniel ile ablası Wera ile karşılaşır. Wera, Witek ve Daniel'dan 6 yaş büyüktür ve aşık olduğu için Danimarka'ya gitmemiştir. "1968'de adamın biri Wera'ya 'Yahudiler İsrail'e!' diye bağırmış. Bir başka adam da bağıran adama ona tokat atmış, ve Wera da tokat atan adama aşık olmuştur. Sonra üniversiteden atılınca da adamla evlenmiştir. 

Daniel ise annesi vefat ettiği için yalnızca bir iki günlüğüne Polonya'ya gelmiştir. Daniel'in annesi babasından boşanmış ve yalnız ölmüştür. Daniel Danimarka'da kendini yabancı hissetmekte, Polonya'nın özlemini çekmektedir. Daniel Danimarka'ya dönerken, Witek de Wera ile işi pişirmek üzeredir. Beklenmedik misafirlerini trenle uğurladıktan sonra Witek rahip Stfan'ın yanına döner. İsa'nın acı içinde tüm olanı biteni izlediği bir ilüstrasyonunu görür Witek, Stefan'ın kilisesinde. İsa'nın gözü açılıp kapanmaktadır. Witek o an vaftiz olmaya karar verir. Hayatta bir amacı olsun ister, rahip Stefan partiye katılmasını tavsiye eder ama Witek'e göre onlar bilmiyorlardır. Rahip dua etmesini tavsiye eder bu defa. Witek tanrıdan sadece var olmasını diler.  

Witek bu defa yasa dışı dini broşür basmaya başlar ve bu defa Katolik Gençler Derneği dünya toplantısına katılmak üzere Fransa'ya gitmek için pasaport ve vize alır. Fakat zaten izlenmekte olan Witek'i polis karakola çeker ve ondan muhbir olmasını ister. Witek bu defa da reddeder ve Fransa'ya yine gidemez. 

Wera annesinin mezarını ziyarete gelmiştir, Witek ile tekrar buluşurlar. Wera köksüzdür, ataları hakkında hiçbirşey bilmemektedir. Konuşmalarından anlarız ki, Witek'in büyük dedesi de, dedesi de ve babası da kadere boyun eğen insanlardan olmamışlardır. Witek'in ailesinin tarihi, Polonya isyanlar ve direnişler tarihi gibidir. Witek ile Wera işi pişirirlerken, Marek gelir ama Witek kapıyı açmaz. Polis dini broşür bastıkları yeri bulmuş, arkadaşları tutuklanmıştır. Dekanın oğlu da tutuklananlar arasındadır. Witek Wera ile beraber olduğu için o sırada orada değildir ve Marek onu muhbir sanır, bir daha da yüzüne bile bakmaz. 

Witek rahip Stefan'a gider, Stefan da tıpkı ilk kısımdaki Adam gibi Witek'i sakinleştirmeye çalışır, "herşey yoluna girecek" der. Onu Fransa'ya tekrar çağırır. Witek reddeder ve kiliseyle tüm bağlarını kopararak Wera'nın evine gider, yolu da ilk kısımdaki Werner'a sorar :) Wera evde yoktur, kapıyı kocası açar, Wera da Witek'in evine gitmiş, kapısında dört saat beklemiştir. Radyodan Varşova'da grev haberleri dinlerlerken sıkı komunist hala Witek'e, "şimdi yurt dışına çıkmadığın için memnunum" der. Oysa Witek vaftiz olmaya karar verdiği gün inancını sorgulayan rahip Stefan'a dediği gibi "sesini yükseltmeye, sessiz kalmamaya karar vermiştir." Evden koşarak çıkar ve Varşova'ya bir bilet daha alır.     

3. Witek treni kaçırır ve istasyonda Olga ile karşılaşır.

Olga ona aşık olmuştur ve onun okuluna devam etmesini istemektedir. Witek de treni kaçırınca bu durumu anlar ve bu defa da Olga'ya teslim olur. Fakülte dekanına okuluna devam etmek istediğini söyler. Dekan kabul eder ve Witek Olga ile evlenir, üstelik Olga üç aylık hamiledir. Fakülteden mezun olur, doktor olmuştur. Dekan akademide kalmasını ister, Witek kabul eder. sıkı komunist hala durumdan mutludur, çocukla ilgilenir. 

Devletten daha iyi bir iş teklifi alır Witek ve reddetmek ister. Dekan ile çalışmak daha huzurludur. Dekan tanrıya inanıp inanmadığını sorar Witek'e. Witek hayır der. Dekan sen yine partidekilere tanrıya inandığını söyle, seni rahat bırakırlar der. Dekan da Parti'ye inanmıyorum diyerek onları başından atıştır daha önce ama o zaman sinirlendikleri için senin rahat bırakmazlar der. 

Havacılık üniversitesi ilanlarından muzdarip tıp fakültesi öğrencileri bilim adamlarından imza toplamaktadır. Witek'in de imzasını isterler, Witek imzalamaz. Oysa, broşür bastığı için dekanın oğlu da okuldan atılmak istenenlerden biridir ve tutukludur. İmza kampanyası bunu protesto etmek için de yapılmıştır. Dekan oğluyla ilgili sorunu halletmek için Varşova'ya giderken, Libya'da vereceği konferansı da Witek'in vermesini ister. Dekan fakülteden atılacağını düşünmektedir. Witek kabul eder ve karısının doğum günüyle çakıştığı için uçağın tarihini havayolu şirketine değiştirtir. 

Karısının doğum gününü evde kutladıkları gece, karısı gitme der. Witek dinlemez, karar vermiştir ve gidecektir. Bir bebekleri daha olacaktır Witek ile Olga'nın. Witek gider, havaalanında rahip Stefan'ı ve arkadaşlarını görür, Fransa'ya aynı uçakla gideceklerdir. Uçağa biner ve uçak havalandıktan kısa bir süre sonra patlar. Witek yine Fransa'ya gidemez.

Witek, üç hikayede de birbirine oldukça paralel hikayeler yaşamıştır. İlkinde partinin içinde, ikincisinde partinin karşısında olmayı ve üçüncüsünde de partinin hiçbir yerinde olmamayı seçmiştir. Ama sonuçta hiçbirinde Polonya'dan ayrılıp da Fransa'ya ayak basamamıştır. İlkinde Werner, ikincisinde Marek ve üçüncüsünde Olga tarafından yönlendirilmiş, kaderini hep başkalarının eline bırakmıştır. 

Esasen öncesinde de kaderini babasına teslim etmiş Witek'in bu durumu şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan Kieslowski'nin bu hikayesinde kaderini kendsii çizmeye çalışan bir karakter yerine Witek'i kullanmış olmasıdır. Kieslowski'nin inandığı kader anlayışına uygun karakter tabii ki Witek'tir ama mesela Howard Roark gibi bir Ayn Rand karakteri üzerinden bu hikayeyi anlatabilmiş olsa çok daha fazla ilgimi çekerdi. Kimbilir belki de bu mümkün değildir. 

İlk izlemede anlamanın da, keyif almanın da mümkün olmadığı bu filmi anladığımı düşündükten sonra da pek sevemedim. İzlemesem de olurdu diyorum. Bu filmden sonra benzer temada 1990'da Mr. Destiny ve 1998'de Sliding Doors çekildi, her iki filmin de bu filmden esinlenmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

Derecelendirme: 6/10.